Bu sayıda sizlere Slovenya gezimizi anlatıyor olacaktım ancak dünyayı kasıp kavuran, ülkeler arası sınırların bile kapanmasına sebep olan malum virüs yüzünden değil yurt dışına çıkmak, evimizden çıkmaya korkar olduk. Neredeyse hayatımızı kökten değiştirmemize neden olan ‘COVID-19’ adlı virüsle nasıl savaşacağımızı da tam olarak bilmiyoruz. Tek yaptığımız bağışıklık sistemimizi olabildiğince güçlü tutmak; ellerimizi, yüzümüzü sık sık yıkayıp, kolonya(!) ile dezenfekte etmeye çalışmak; ağzımızı, burnumuzu tuzlu suyla çalkalayarak virüsün akciğerlerimize inmesini engellemek… Aylardır “Koronavirüs biyolojik savaş mı, sosyal deney mi, tükettiğimiz ve kirlettiğimiz doğanın intikamı mı, bu felaket ne zaman sona erecek?” diye tartışılıyor. Sağlıklı günler dileyerek, eşim Dr. Ömer Tan ile birlikte daha önce gerçekleştirdiğimiz Fas gezimizle sizleri baş başa bırakıyorum.
Hemen her seyahatimizde, yola çıkmadan önce ‘Gideceğimiz yer nasıl bir yerdir, neler yapabiliriz?’ diye araştırırım çünkü kısıtlı bir zaman dilimine çok şey sığdırmak isterim. Fas gezisi öncesinde de epey araştırma yaptım. Fas, Kuzey Afrika’nın en batısında yer alan, yaklaşık 33 milyon nüfusa ve 450 bin km2 yüzölçümüne sahip bir ülke. Başkenti Rabat ve en büyük şehri Kazablanka. Resmi dili Arapça ama uzun yıllar Fransız sömürgesinde yaşadıkları için ikinci dil olarak okullarda iyi bir Fransızca eğitimi veriliyor. Lise mezunları iyi derecede, üniversite mezunları ise ileri derecede Fransızca konuşabiliyor ve resmi dairelerde Fransızca geçerli. Geniş yetkilere sahip bir kral ile Temsilciler Meclisi ve Danışmanlar Meclisi olmak üzere ikiye ayrılan parlamenter bir monarşi rejimiyle yönetiliyor.
Fas eski sömürge olması sebebiyle biraz karışık bir sınıra sahip, içerisinde İspanya’ya ait küçük küçük topraklar var. Örneğin, 80 metre genişliğiyle dünyanın en dar uluslararası sınırı unvanına sahip Penon de Velez de la Gomera (Afrika’nın İspanyası deniliyor) gibi ve etrafı Fas sınırıyla çevrili Melilla şehri gibi… Melilla şehrinin etrafı yüksek duvarlarla çevrili ve İspanya’ya ait. İspanya, Avrupa Birliği’nde olduğu için de Afrika kıtasında bulunan bu küçük şehir Avrupa Birliği’nde sayılıyor. Bir de Ceuta var, anlayacağınız fazlasıyla karışık bir durum.
Bu girift durumdan dolayı olsa gerek Fas ile Avrupa Birliği arasında ekonomik, beşeri ve kültürel alışveriş önemli boyutlara ulaşmış. Hatta 1984 yılında Avrupa Birliği’ne katılmak istemişler ancak bu talep AB tarafından kabul edilmemiş. Bu arada Fas, 35 yıl önce Batı Sahra bölgesinin kendi egemenliğinde kalmasını istemesi yüzünden Afrika Birliği’nden çıkmış/çıkarılmış. 2017’ye kadar Afrika kıtasında olup da Afrika Birliği’ne üye olmayan tek ülke konumunda imiş.
Bizim bu ülkeye ‘Fas’ dememiz, batılıların ‘Marocco’ demesi ile aynı. Yani ‘Marocco’ kelimesi ülkenin ilk başkenti olan Marakeş’den gelirken; ‘Fas’ ismi 11. Yüzyıl’da başkent olan ve Osmanlı’nın feslerinin yapıldığı Fes şehrinden alınmış…
Fas’ı ziyaret etmek için en ideal dönem bahar. Özellikle nisan-mayıs aylarında ortalama sıcaklık gündüz 21-28 derece, gece 16 derece ama çöl ikliminin hakim olduğu Marakeş’te geceleri biraz serin geçiyor.
★★★
Marakeş ve Kazablanka şehirlerini keşfedeceğimiz birkaç günlük seyahatimiz için 5 saatlik uçak yolculuğu sonrası Marakeş Menara Havaalanı’na vardık.
Daha önce de ifade ettiğim gibi Marakeş’i ve Kazablanka’yı anlatan birçok makale okumuştum. Bütün anlatılarda, Marakeş’in büyüleyici atmosfere sahip bir cazibe merkezi olduğundan bahsediliyordu. Kazablanka ise otantik olmasa da ülkenin ekonomik anlamda kalbi sayılması; Atlas Okyanusu’na kıyısı ile Kuzey Afrika’nın en büyük, dünyanın ise sayılı limanlarından birine sahip, kültürel geleneklerle modern kent yaşamının birlikte yaşandığı, görülmesi önerilen bir şehirdi. Ayrıca Kazablanka’da, Kabe’deki camilerden sonra dünyanın en büyük camii olan Hasan II. Camii’nin mutlaka ziyaret edilmesi tavsiye ediliyordu. 3 milyondan fazla kişinin yaşadığı Kazablanka’yı biz daha ziyade Humprey Bogart ve Ingrid Bergman’ın filmi Kazablanka (Casablanca)’dan dolayı biliyor ve merak ediyorduk. Gerçi filmin neredeyse tamamına yakını Hollywood stüdyolarında çekilmiş!
Marakeş’te kalacağımız otele giderken yol boyunca bize palmiye, zeytin ve narenciye ağaçları eşlik etti. Rehberimiz Fas’ın önemli zeytin ve zeytinyağı üreticisi ülkelerden biri olduğunu söyleyince, şaşırdık. Afrika’da bir ülke olunca akla hemen çöl geliyor çünkü. Oysa Fas, Atlas Okyanusu’ndan başlayıp Akdeniz’de sonlanan 3 bin 500 kilometre sahil şeridine sahip coğrafi konumu nedeniyle çeşitli iklimleri barındıran bir ülke. Okyanus kıyısındaki şehirlerde ılıman iklime rastlanırken, iç kesimlere doğru Akdeniz iklimi, Atlas Dağları’na yakın bölgelerde ise çöl iklimi görülüyor.
Otelimizin girişinde yerel müzik aletleri ve yerel kıyafetleriyle dans eden kişiler karşıladı bizi. Arap, Berberi, Yahudi ve Fransız karışımı bir kültürel yapıda olan Fas, müzik konusunda da bu yapıdan nasibini almış… Arabesk değil de daha çok Afrika müziğini andıran; Kuzey Afrika, Berberi ve Sufi dini şarkılarıyla ritimlerinin bir karışımı olan bu tarzın, dünyaca ünlü birçok müzisyene ilham kaynağı olan Gnawa müziği olduğunu öğrendik. Fas, her yıl farklı coğrafyalardan, farklı müzik tarzlarının iç içe geçtiği Gnawa Müzik Festivali’ne ve Berberi müziği ‘Timitar Müzik Festivali’ne ev sahipliği yapıyormuş.
Havaalanına bir saat mesafedeki otelimize giderken yol boyunca gördüğümüz irili ufaklı tüm binaların aynı renkte oluşu dikkatimi çekti. Oysa benim zihnimdeki Fas’ta, yer-gök mavi idi. Meğer kapıların, pencerelerin, merdivenlerin, evlerin, saksıların, kısacası aklınıza gelen her şeyin maviye boyandığı şehir, Fas’ın kuzeybatısında konumlanan Şafşavan imiş…
Marakeş’te ise ister tek katlı, isterse apartman ya da villa olsun tüm evlerin hepsi açık kahverengi, kırmızı-pembe karışımı bir renkti. Ne kadar doğru bilmiyorum ama rehberimize göre tüm evlerin aynı renkte olmasının sebebi, ‘zengin ve fakirin’ dışarıdan bakılınca fark edilmemesi içinmiş. Ne kadar zengin olduğunuz evin içindeki eşyalarla, ahşap tavan, kapı ve taş süslemeleriyle anlaşılıyormuş. Halbuki ‘şehrin kırmızı olan toprağı kireçli toprakla birleştirilip geleneksel mimaride kullanılınca, bu renk şehrin tarihi dokusunu oluşturmuş’ diye okumuştum bir yerlerde.
Marakeş, eski şehir ve yeni şehir olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Eski şehir olarak adlandırılan kısma Medina deniliyor ve Medina, 220 adet dikdörtgen şeklinde kulesi olan, 16 kilometrelik duvarlarla çevrelenmiş. Bu duvarlarda oyuklar var. İlk etapta duvarlarda gördüğümüz oyukları kuşlar için bırakıldı sandık çünkü tüm oyuklara kuşlar tünemişti. Oysa oyuklar kerpiçten yapılan duvarların çöl fırtınalarına dayanıklı olması için bırakılmış. Bu deliklerden giren hava basıncı azalarak, duvarların yıkılması engelleniyormuş. Duvarların renginin de evlerin rengi ile aynı olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem? Şehre girmek için 10 adet kapı var. Medina’ya girince ilk olarak Bahia Sarayı’na gittik. Yemyeşil, büyükçe bir arazinin içine inşa edilen saray, baş vezir Abou Ahmed’in, eşleri içinde en çok sevdiği Bahia’nın ismini verdiği ikametgahı idi. Ahşap tavanlar, ahşap kapılar, taş bezemeler, her biri başka bir sanat eseri olan binanın içinde günlük yaşama dair hiçbir eşya yoktu. Belki de bu eserleri daha çok ön plana çıkarmak için eşyaları kaldırmışlardı. Sarayın tüm güzelliklerini hafızamıza kazımaya çalışarak, bulunduğumuz yerden ayrıldık.
Faslıların günlük yaşamında ve kültürlerinde önemli yeri olan nane çayı içmek için rehberimiz bizi Alfred Hitchock’un film çektiği restorana götürdü. Gümüş tepsiler, gümüş çaydanlıklar içinde erkekler tarafından sunulan çayın (yeşil çay ile taze nanenin karıştırılması ve kaynama noktasına gelmeden ateşten alınması) çok lezzetli olduğunu söyledi ama bize tadı çok şekerli geldi, içemedik. Şekersiz olandan istedik ama o da şekerliydi. Eskiden şeker bulmak zor olduğu için şeker zenginlik ifadesiymiş ve geleneksel olarak kalmış ki hala her şeyin -şekersiz çayın içine bile- şeker ilave ediyorlar. Bir gece önce yediğimiz etin içinde ananas, kuru erik, kuru kayısı ve rendelenmiş salatalığın içinde de şeker olduğunu görünce, şeker tadını sevmeyen ben, yemek kültürlerinin damak tadıma uygun olmadığını anladım.
Eski şehir Medina’nın merkezinde, Jemaa el-Fnaa Meydan (Fanilerin Meydanı veya Kıyamet Meydanı) denilen büyük bir meydan var.
Marakeş şehri kurulduğundan beri her şeye şahit olan bir meydan…
19. Yüzyıl’a kadar idamların yapıldığı, bulaşıcı hastalıktan ölenlerin bir araya getirilerek toplandığı meydan ‘Kıyamet Meydanı’; ‘Ölüler Meydanı’ ya da ‘Faniler Meydanı’ olarak anılıyor. Meydana çıkan yol o kadar keşmekeş içinde ki nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Trafiği düzenlemeye çalışan bir polis olmasına rağmen tur otobüsleri, bisikletliler, motosikletliler, faytonlar, yayalar, satıcılar birbirine girmiş durumda ve hepsi aynı anda ilerlemeye çalışıyor! Polis, asker ve kadınların fotoğraflarını çekmek biraz sakıncalı ama ister istemez bu renkli, aynı zamanda komik karışıklığı görüntülemek için deklanşöre basıyorum. Tarihi Jemaa el-Fnaa Meydanı’nda; yılan/maymun oynatıcılarını, falcıları, dövmecileri, çalgıcıları, seyyar satıcıları bir arada görmek mümkün hatta elinde kerpetenle diş çeken, takma diş satanların olduğunu söyledi arkadaşlarımız. Ama biz satıcıların musallat olmasından çekindiğimiz için (çünkü birden üzerinize maymun ya da yılan fırlatabiliyorlarmış) meydanı hızlıca geçtiğimizden, görmedik!
Baharat ve tütsü kokuları eşliğinde ‘Souk’ denilen geleneksel çarşıyı gezdik. Daracık labirent yollarla birbirine bağlanan, bizim Kapalıçarşı’yı andıran bu çarşıdaki küçücük dükkanlarda Fas’a özgü el yapımı seramikler, deri çanta ve terlikler, halılar, kilimler, çeşitli baharatlar, sabunlar, tütsüler, otantik fenerler gibi her türlü hediyelik eşya satılıyordu. Daha önceden ‘sıkı pazarlık yapmadan hiçbir şey almayın’ diye uyarıldığımız için dikkatli olmaya çalıştık. Herhangi bir şeyin fiyatını sorduğunuzda ‘Çok pahalı!’ derseniz ‘Siz ne kadar verirsiniz?’ diyorlar. Dolayısıyla ‘fiyat bilmiyorsanız, alışveriş yapmayın’ derim.
Biz, sadece Fas’ta yetişen, argan ağacından elde edilen argan yağı almak istiyorduk. Labirent gibi yollardan geçerek, rehberimizin tavsiye ettiği bir dükkana girdik. Girişte kadınlar oturmuş, geleneksel yöntemlerle argan çekirdeklerini kırıyordu. Daha sonra bu çekirdekleri presten geçirerek yağ elde ediyorlarmış ama çok zahmetli bir işmiş…
Bizi grup olarak bir odaya aldılar. Odanın duvarlarında bulunan raflardaki kavanozlarda kurutulmuş çeşit çeşit bitkiler vardı. Bu dükkanın sıradan bir aktar değil de şifalı bitkilerle sağaltım yapan bir merkez olduğu imajını vermek için beyaz önlük giymiş biri, argan yağı ve palmiye yağlarından yapılmış ürünlerin (yağ, krem, sabun vs.) tanıtımını yaptı. Son yıllarda ünlü kozmetik firmalarının da ürünlerinde kullandığı, neredeyse ‘her derde deva’ olduğu söylenen argan yağlarımızı alarak turizme katkıda bulunduktan sonra öğle yemeği yemek üzere bahçe içinde bir restorana gittik. Ana yemek öncesi gelen mezelerin hemen hepsinin içinde yine şeker vardı, o nedenle sadece tatlarına baktım. Tajin denilen güveç benzeri kabın içinde getirilen köftenin tadı, fazla baharatlı olmasına rağmen fena değildi ama her nedense köftelerin üzerine yumurta kırmışlardı!
Yemek sonrası yine yürüme mesafesinde olan ve 12. Yüzyıl’da inşa edilmiş, Fas mimarisinin başyapıtlarından Kutubiye (Koutubia) Camii’ne gittik. Caminin etrafında çok sayıda kitapçı dükkanı olduğu için ismi, kutubiden yani kitaptan geliyormuş. Fas’taki camiler bizim camilerimizden oldukça farklı. Minarelerin kule şeklinde olması, yüzyıllarca farklı kültürlerin etkisinde kaldığının kanıtı sanki… Kutubiye Camii’nin 75 metre yüksekliğindeki minaresi Marakeş’in en yüksek binası ve şehrin birçok yerinden görülebiliyor. Kral bu minareden daha yüksek yapı yapılmasına izin vermiyormuş. Caminin üzerinde hoparlörler var ama ezan çıplak sesle okunuyor ve namaz vakti dışında ziyarete açık değil. Namaz vaktinde de sadece Müslümanların girmesine izin veriliyor. Çıplak sesle okunan ezan uzaklardan duyulamayacağı için ezan vakti minarede bulunan direğe beyaz bayrak asılıyormuş…
Bizim ziyaret saatimiz, namaz vaktiyle uyuşmadığı için ne yazık ki caminin içini göremedik, sadece dışarıdan fotoğraflarını çekmekle yetinerek yürüme mesafesindeki, Marakeş’in sembollerinden biri olan Menara Botanik Bahçesi’ne gittik. Benim niyetim argan ağacı görmekti ancak argan ağacı sadece ülkenin güneybatısında, Atlas Dağları’nın eteklerinde, Agadir’da yetişiyormuş…
★★★
Djemaa El- Fna Meydanı’nda hava kararmaya başlayınca seyyar lokantalar kuruluyor; mangal kokuları, dumanlar, sesler birbirine giriyormuş, tam bir panayır alanı... Bu manzarayı görmek için zamanımız yok çünkü başka bir etkinliğe katılmak için otelimize dönmek zorundayız. Ayrıca mangal kokuları, dumanlar, sesler vs. bana pek hitap etmiyor, dolayısıyla bu curcunadan hoşlanacağımı da sanmıyorum. Ancak akşam güneşinin binalara vuran ışıklarının oluşturduğu kızıllığın fotoğrafını çekmek ve kale duvarlarının dışındaki modern şehrin yüzünü de görmek isterdim. Kim bilir belki de başka bir seyahatte…
Djemaa El-Fna’yı bırakarak otelimize dönüyoruz çünkü Fas’a gelen hemen herkesin mutlaka katıldığı ‘Fas usulü şov’ eşliğinde akşam yemeği yiyeceğiz.
Faslıların giydiği yerel kıyafet cellabe (je bila) ve ucu sivri deri terlikleri giyerek otobüslere biniyoruz. Etkinliğin yapılacağı yere vardığımızda yine müzik ve dansla karşılanıyoruz. Otobüsten indiğinizde kırmızı halının üzerinden geçerek gösteri merkezine varıyorsunuz. Palmiye ağaçlarının olduğu büyük bir arazi yine tamamen kırmızı halılarla kaplanmış; bir tarafta otağıların altında yemek masaları, diğer tarafta açık havada otantik minderlerle yer sofraları kurulmuş. Bir köşede Faslı kadınlar ocak başında bazlama pişiriyor. Garsonlar nane çayı dağıtıyor. Müzik, develer, atlar, adeta bir masalın içerisindesiniz. Daha önce hiç deveye binmemiştim. ‘Madem böyle bir ortamın içindeyiz, tecrübe etmeden olmaz’ diyerek, deveye binmeye karar verdim. İyi ki de yapmışım, oldukça keyifli bir deneyimdi. Gece boyunca yine yerel müzik eşliğinde folklor gösterileri, tuareg yerlilerinin atlı şovunu izledik. Sanki tarihi bir filmin içerisindeydik…
Gelelim yemeğe… Tarih boyunca farklı kültürlerle etkileşime geçen Faslıların, Arap ve Akdeniz mutfağı karışımı, kendine özgü bir mutfağı oluşmuş. Başta nane, safran, kişniş, kimyon gibi çeşitli baharatları; kuru ve taze meyveler ile şekeri yemeklerde çok fazla kullanıyorlar. Daha önce de belirttiğim gibi et yemekleri ve mezeleri benim damak tadıma pek uymadı ancak deniz ürünleri konusunda fena değiller. Masamıza ilk önce porselen bir tencerede çorba geldi. Bu arada belirteyim, yemekler masadaki kişi sayısına göre büyükçe bir kapla geliyor. Bu kap genelde tajin denilen, kapağı uzun huni şeklinde toprak kaplar oluyor. Servisi masada oturanlar kendileri yapıyor…
Gelen çorba sebze çorbasıydı ve tadını beğendim. Hatta ‘Ne olur ne olmaz, otantik bir gecede, nasıl yemekler gelir kim bilir? Aç kalmayayım’ diye iki kase içtim. Fakat ana yemek olarak gelen, tajinde pişmiş oğlak eti güzel ve doyurucu idi. Ana yemekten sonra yine büyük bir tajinin içinde etrafı kuskus, ortasında tavuk ve bal kabağı dahil sebzelerin olduğu, silme dolu bir kap geldi. Bütün masa doymuştuk ama ‘Fas’ın kuskus yemeği meşhur’ diye tadına bakalım dedik. Kuskusları bizim kuskusumuzdan çok farklı, daha çok irmiğe benziyor. Kuskusun üzerindeki sebzelerin özellikle de bal kabağının tadı fena değildi. Tatlı olarak dondurmalı meyve salatası getirdiler, ardından da bol şekerli nane çayı…
Bir haftaya yakın kaldığımız Marakeş ve Kazablanka’da aslında her gün farklı bir yazı konusu olacak kadar ilginç ve detaylı geçti ama sayfalar almaz. Dolayısıyla biraz da Kazablanka’dan bahsedip yazıma son vereceğim. Kazablanka (Casablanca) İspanyolca ‘beyaz ev’ anlamına geliyor. Gerçekten de Marakeş’in kırmızımsı renkli evlerinden sonra 4 saat süren yolculuk sonunda ulaştığımız Kazablanka’da beyaz evlerle karşılaştık. Fas’ta her şehrin bir rengi var sanırım…
Kazablanka, Atlas Okyanusu’nun kıyısında modern bir kent. Hasan II Camii, aynı anda 25 bin kişinin ibadet edebileceği kadar büyük. Atlas okyanusu doldurularak inşa edilmiş ve yapımı 7 yıl sürmüş. Açılır kapanır çatısı varmış ama yine namaz vakti olmadığı için sadece dışarıdan görebildik.
Bir saate yakın zamanı Hasan II Camii’nin civarında geçirdikten sonra, otelimizin yolunu tuttuk. Zira daha önceki deneyimlerimize göre okyanus kenarında yürümek, havasını solumak, yüzmek ve med-ceziri izlemek; alışveriş yapmaktan, eğlence merkezlerine gitmekten daha keyifli bir duyguydu.
★★★
Fas’a giderken bir Avrupa şehrine gitmediğimizi ve güvenlik sorunu olduğunu biliyorduk. Seyahatimiz süresince tur rehberimizin yanı sıra bir güvenlik görevlisi de bizimle birlikte dolaştı, gruba yaklaşmak isteyenleri uzaklaştırdı. Yalnız giderseniz satıcılardan, soru soranlardan, yardım etme bahanesiyle yaklaşanlardan uzak durulması tavsiye ediliyor. Fas’a tekrar gidersek eğer, her yeri mavi Şafşavan’ı görmek, çöl turu yapmak ve berberi çadırlarında konaklamak, dünyada sadece Fas’ta yetişen argan ağaçlarını görmek, Atlas Dağları’na tırmanmak isterim.
NASIL ARANDI: #fas # gezi # gezgin # kültür # yaşam # eğlence # Kazablanka # kızıl şehir # Müzeyyen Topçu Tan # Dr. Ömer Tan
Avrupa'nın en temiz, okuryazarlık oranı ve yaşam kalitesi en yüksek ve güvenli ülkesi olan Estonya’nın başkenti Tallinn; ülkenin finans, sanayi, siyasi, kültür merkezi ve ana liman kenti olarak biliniyor. Avrupa'nın en iyi korunmuş Orta Çağ şehirlerinden biri olarak UNESCO Dünya Mirası Alanı listesinde olan Tallinn dünyanın en iyi on dijital şehri arasına girerek çağı yakaladığını da ispatlıyor.
İsveç ve Rus etkisiyle şekillenmiş kültürü, sanatı ve mutluluk endeksi ile gıpta edilen; tertemiz, yemyeşil ormanları, masmavi denizi ve üç yüz küsur adası ile güzel bir coğrafyaya sahip olan Helsinki, soğuk iklimine rağmen Kuzey Avrupa’da en yaşanabilir şehirlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Antik dönemde zengin, güçlü bir şehir devleti ve kültür merkezi olan Samos; dünyaca ünlü filozofların doğduğu, birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış tarihi bir bölge olmasının yanı sıra temiz ve güzel sahilleri, bölgeye özgü yemekleri, şarapları, tavernaları ve doğal güzellikleri ile ziyaret edilmeyi fazlasıyla hak eden bir lokasyon. Hem deniz hem de kültür tatilini birlikte yapmak isteyenler için ideal bir seçim.
Balkanlarda gezilecek yerler arasında en popüler rotalardan biri olan Üsküp, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış kadim bir şehir. Tarihi eserlerinin yanı sıra doğal güzellikleriyle de kendini kanıtlayan Üsküp’ü gezerken, Osmanlı’dan kalan izler nedeniyle kendinizi zaman zaman Anadolu’da bir şehirde hissedecek, damak tadımıza uygun yemekleri sayesinde de hiç yabancılık çekmeyeceksiniz, Bir de baktığınız her yerde devasa heykellere rastlayacaksınız.
Yunanistan’ın en iyi korunmuş tarihi şehri unvanına sahip İskeçe’de her yıl şubat sonu- mart başına denk gelen zaman diliminde yapılan renkli karnavala dünyanın her yerinden genç, yaşlı binlerce kişi katılıyor. Yunanistan’ın ve Balkanların en renkli karnavalı olan; müzik, dans, kültür ve eğlence dolu etkinlikleri kapsayan İskeçe Karnavalı, Yunanistan’ın turizm ekonomisine de ciddi katkı sağlıyor.
Doğal ve tarihi güzelliklerinin yanı sıra üniversitesi, sıcak su kaplıcaları, festivalleri ve her sokakta karşınıza çıkan, bakmaya doyamayacağınız güzellikte ArtNouveau ve Neoklasik tarzdaki binalarıyla mutlaka görülmesi gereken bir şehir…
Son yıllarda trend olan ‘Noel Pazarı’ turlarını merak ediyorsanız, alternatif olarak Yunanistan’ın Drama şehrindeki ‘Noel Baba Köyü’ ya da ‘Drama’nın Rüya Şehri’ diye adlandırılan tema parkı ziyaret edebilirsiniz
Başta büyük önderimiz Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere II. Meşrutiyet, İttihat Terakki ve Cumhuriyet döneminin önde gelen asker ve siyasilerini yetiştiren Askeri İdadi’nin de bulunduğu Manastır’ı gezmenin tam zamanı…
Makedonya’nın en güzel şehri, en önemli turizm merkezi olan ve 1979’da UNESCO tarafından Dünya Kültürel Miras Listesi’ne alınan Ohrid; arkeolojik eserleri, kalesi, camileri, kiliseleri ve çok kültürlü yaşamın izlerini taşıyan tarihi geçmişiyle tam bir kültür hazinesi…
Yüzyıllardır ayakta kalan tarihi dokuya tanık olmak; rengarenk, cumbalı, asırlık evlerin bulunduğu Arnavut taşlı dar sokaklarda yürürken geçmişe yolculuk yapmak; pırıl pırıl denizde yüzmek, tertemiz plajlarda güneşlenmek, taze deniz mahsullerinin tadına varmak Kavala’da mümkün
Yemyeşil dağları, tertemiz plajları, çekici körfezleri, tarihi, fosil ormanları ve gastronomisi ile aradığınız her şeyi bir arada bulabileceğiniz Midilli; her zevke hitap eden bir ada…
Doğa harikası manzaraları, gizemli mağaraları, Ortaçağ’dan kalma görkemli yapıları ile gezginlerin en çok görmek istediği ülkelerden biri olan Slovenya; ekolojisi ve sürdürülebilirliği ile Avrupa’nın en yeşil, en temiz ülkesi
Konumu nedeniyle Birleşik Krallık ve İngiltere için stratejik bir öneme sahip olan Birmingham, nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan 25 yaş altındakiler ile Avrupa’nın en genç şehri olarak biliniyor
Dünyanın ilk sağlık merkezi, ilk ve en büyük sunağı, ilk parşömen üretimi, ilk Asya kütüphanesi ve en dik tiyatrosu ile antik dünyada tarihe yön veren, ilkleriyle ünlü bir şehir; Bergama…
Dünyanın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biri olan Paris’i gezerken kendinizi adeta bir açık hava müzesinde hissedeceksiniz
Paris, sadece Fransa’nın değil aynı zamanda sanatın, kültürün, modanın, finansın, gastronominin de başkenti. Paris denilince akla; moda, sanat, görkemli tarihi yapılar, parfüm ve kozmetik geliyor
Kanuni Sultan Süleyman tarafından Drava Nehri üzerine yaptırılan, İstanbul’dan Budapeşte’ye giden yolu kısaltan, o dönem dünyanın sekizinci harikası olarak adlandırılan köprü sonrasında yok edilmiş olsa da Osijek görülmeye değer bir şehir
Dünyanın en güzel şehirlerinden biri Barselona… Egzotik, fantastik, büyüleyici ve masalsı yapıları, zengin kültürünü yansıtan müzeleri, hareketli sokakları, lezzetli yemekleri ve eğlenceli gece hayatıyla sizi büyüleyecek
Küçük olmasına rağmen uluslararası film festivali, karnavalları, plajları ve marjinal gece hayatı ile son yıllarda Mikonos, İbiza ve Saint Tropez ile rekabet edecek kadar güçlü bir şehir: Sitges
Deniz-kum-güneş, spor, tarih, kültür, gastronomi, eğlen- ce... Bir tatilden beklenen her şeyi karşılayan ada: Kos
Yeni yerler keşfetmek, spor yapmak, yüzmek, festivallere katılmak, termal kaplıcalarında tedavi görmek, üzüm bağlarında şarap tatmak isterseniz, 'Macaristan Denizi'ni yani Balaton Gölü’nü ziyaret etmelisiniz
Art Nouveau mimarisinin en güzel örneklerini görmek, doğanın kucağında sakin ve huzurlu bir tatil yapmak isterseniz, Subotica tam size göre
Köklü geçmişi, buram buram tarih ve sanat kokan sokakları, mimarisi, kültürü ve doğal güzellikleriyle ünlü Münih, Salzburg ve Viyana’yı gezerken kendinizi açık hava müzesinde gibi hissedeceksiniz
Neckar Nehri’nin iki yakasına kurulan, Almanya’nın en masalsı ve romantik şehirlerini gezerken, Ortaçağ’a doğru zaman yolculuğuna çıkacaksınız
Swansea, Britanya’nın ve Galler’in en güzel kumsallarına, plajlarına ve görkemli yamaçlarına sahip doğa harikası bir şehir
Londra, İngiltere’nin ve dünyanın en önemli iş ve finans merkezi olduğu kadar turizm açısından da en çok ziyaretçi çeken, en hareketli kenti
Berlin, her ne kadar II. Dünya Savaşı’nda bombalarla yerle bir edilmiş olsa da kendini toparlamış; tarihi, siyasi rolü, kültür-sanatı ve doğası ile de Avrupa’nın göz bebeği olmayı başarmış
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının yıl dönümünde, doğduğu şehir Selanik’e ve doğduğu eve gitmeye ne dersiniz?
Yaz bitti, çoktan… Sonbaharı da ortaladık. İşlerinizin yoğunluğundan ya da başka sebeplerden dolayı henüz tatil yapamadıysanız; ekim ayında çıkacağınız en güzel tatillerden biri belki de ‘Gemiyle Adriyatik’ gezisi olabilir. Tabii denizden ve gemi yolculuğundan hoşlanıyorsanız…
Yakın bir yurt dışı tatili istiyorsanız; tarihi dokusu, göz alıcı dağları, yemyeşil parkları, altın sarısı kumsalları, zengin mutfağı ve sıcakkanlı insanlarıyla Bulgaristan sizi bekliyor
Thassos; muhteşem kumsalları, turkuaz rengi denizi, resmedilmeye değer köyleri, tarihi yapısı ve eğlence hayatıyla bir tatilde aradığınız her şeyi size sunmaya hazır
Dünya üzerinde sakız ağaçlarının yetiştiği ve damla sakızı üretiminin yapıldığı tek yer olan Sakız Adası hem köklü tarihi hem de doğal güzellikleriyle ziyaretçilerini büyülüyor
Her köşesinde binlerce yıllık tarih yatan, dar sokakları şövalyelerin izleriyle dolu olan Rodos Adası; turkuaz rengi denizi, tertemiz plajları, geleneksel mutfağı ve gece hayatıyla ziyaretçilerini adeta büyülüyor
Masmavi ve berrak denizi, bembeyaz kumsalları, birbirinden güzel plajlarıyla meşhur Sardunya Adası, tarihte birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı için kültürel gezileri tercih edenlerin de uğrak yeri
Kanarya Adaları'nın en büyüğü Tenerife; muhteşem denizi, birbirinden güzel plajları, doğal güzellikleri hatta eğlenceli karnavallarıyla heyecan dolu bir tatil arayanların adresi...