
Herkese ve her şeye yetişmeye çalışırken, aslında kendimize bile yetişemiyoruz.
Günümüz şehir yaşamı, hızla akan zamana yetişmeye çalışırken, aynı anda her yerde olmamızı, herkese ulaşmamızı ve her an hazır olmamızı bekliyor. Akıllı telefonlar, bildirimler, e-postalar, WhatsApp grupları… Hep “çevrimiçi”, hep “müsait” olmak bir meziyet gibi sunuluyor. Ancak bu görünmeyen fedakârlık, zamanla içsel bir yıpranmayı da beraberinde getiriyor: değer kaybı.
Eskiden insanlar birbirine ulaşmak için mektup beklerdi. Sonra ev telefonları geldi, ardından cep telefonları. Şimdi ise biri sizi aramadığında değil, neden hemen cevap vermediğinizde sorgulanıyorsunuz. Bu yeni kültürde sessizlik neredeyse suç, yoğunluk ise ayıp sayılıyor. Herkes hızlı, herkes meşgul ama herkes bir diğerinden “anında yanıt” bekliyor.
Oysa bir insanın sürekli ulaşılabilir olması, onun değerini artırmıyor; aksine sıradanlaştırıyor. Zihinsel sınırlarımız, duygusal enerjimiz ve dikkatimizi sınırsız sanmak, bizi kendimize karşı da hoyratlaştırıyor. Her mesajı hemen yanıtlamak, her davete katılmak, her yardım çağrısına koşmak… Bunlar bir noktadan sonra kendimizi ihmal etmeye, kendi değerimizi gölgede bırakmaya başlıyor.
Sürekli müsait olan biri, zamanla “nasıl olsa hep var” algısına dönüşüyor. Tıpkı su gibi, ekmek gibi, güneş gibi. Kıymet ancak eksildiğinde fark ediliyor. O yüzden bazen bir adım geri çekilmek, sessizliğe alan açmak; ulaşılmaz olmak değil, kendine kıymet vermektir. Bu kibir değil; sınır çizme, denge kurma ve kendi enerjine saygı duyma biçimidir.
Modern Hayatta Sınırlar: Lüks Değil, Gerekli
Şehir yaşamında değerli olmak, sadece üretmekle ya da başkalarına yetişmekle ilgili değil. Asıl değer, ne zaman duracağını bilmekte gizli. Çünkü her şeyin aşırısı gibi, “ulaşılabilirlik” de dozunda güzel.
Kendi sınırlarını çizen, zamanını koruyan, her an müsait olmayan insanlar; hem kendilerine hem de çevrelerine gerçek bir alan bırakırlar. Bu alan, kişisel gelişimin, özgün düşüncenin ve sağlıklı ilişkilerin doğduğu yerdir.
Sonuç olarak, değer görmek istiyorsak önce kendi zamanımıza, emeğimize ve enerjimize değer vermeliyiz. Bazen bir mesajı geç yanıtlamak, bir daveti nazikçe reddetmek, bir günü tamamen kendine ayırmak… Bunlar bencillik değil; ruhsal sürdürülebilirliktir.
Çünkü evet, çok fazla ulaşılabilir olmak, değerini öldürür. Ama daha da önemlisi: Kendine zaman ayırmamak, seni senden çalar.

Ulaşılabilirlik Kültürü: Yeni Nesil Tükenmişlik
Artık erişmek, ulaşmak, anında yanıt almak bir lüks değil; neredeyse bir zorunluluk haline geldi. Modern hayatın ritmi içinde bir mesajı geç yanıtlamak ya da bir aramayı açmamak neredeyse kabalık sayılıyor. “Müsait değilim” demek çoktan demode oldu; çünkü hepimiz her an çevrimiçiyiz.
Ama peki ya ruhumuz? Zihnimiz? Kendimiz?
Kimse yüksek sesle söylemese de, çoğumuz içten içe yorgunuz. Sürekli ulaşılabilir olmak, sadece başkalarının beklentilerini karşılamak değil; aynı zamanda kendi alanımızı, sınırlarımızı ve hatta değerimizi tüketmek anlamına geliyor.
Kendini Geri Çekmek, Kaybolmak Değildir
Bazı insanlar vardır; ara ara sessizliğe çekilirler. Telefonları hep açık değildir, her etkinlikte görünmezler. Ama yeniden ortaya çıktıklarında sözleri daha derin, enerjileri daha tazelenmiş olur.
Çünkü onlar şunu bilir:
Sürekli ulaşılabilir olmak, iç dünyamızdan çalınan bir şeydir.
Kendini geri çekmek, kaybolmak değil; yenilenme, arınma ve kendine sadakat biçimidir. Günümüzün dijital gürültüsü içinde sessiz kalmak bazen en güçlü cevaptır. Her an ulaşılabilir olmak yerine, doğru anda etkili olmak çok daha anlamlıdır.
Sınır Koymak, Değersizlik Değil; Özsaygıdır
Toplum olarak “hayır” demeyi, “şu an müsait değilim” demeyi hâlâ tam olarak içselleştiremedik. Birine zaman ayırmadığımızda suçluluk hissediyoruz. Oysa kendi zamanına ve enerjisine sahip çıkmak, karşı tarafa değer vermemek anlamına gelmez. Aksine, sağlıklı sınırlar koyan insanlar; daha kaliteli iletişim kurar, daha sürdürülebilir ilişkiler geliştirir.
Zaten sürekli ulaşılabilir olan bir şeyin değeri zamanla düşmez mi? Tıpkı aynı diziyi her gün izlemekten sıkılan izleyici gibi…
İnsan ilişkileri de böyledir. Az bulunan kıymetlidir. Bu bir manipülasyon değil; psikolojik bir gerçekliktir.
Şehir Yorgunluğunun Kaynağı: Ruhsal Alan Kaybı
Metropoller dışarıdan bakıldığında canlı, hareketli, enerjik alanlar gibi görünür. Ama içinde yaşayanlar bilir ki bu hareketlilik zamanla bir yalnızlığa ve yorgunluğa dönüşebilir. Bunun temel nedenlerinden biri de bireylerin özel alanlarını koruyamaması, her zaman, her yerde olmaya çalışmasıdır.
Bir kahve molasında bile telefona bakan, yürürken e-postalarını kontrol eden bir toplum olduk. Halbuki durmak, mola vermek, hiçbir şeye ulaşmamak da insan olmanın bir parçası. Belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, biraz sessizliktir.
Son Söz:
Kendimize Ayırmadığımız Zaman, Bizden Çalınır
Sürekli ulaşılabilir olmak bizi gerçekten daha değerli mi yapıyor?
Yoksa kendi değerimizi fark etmeden aşındırıyor mu?
Cevap aslında çok basit:
Herkese ve her şeye yetişmeye çalışırken, kendimize bile yetişemiyoruz.
Ve bu, bir toplumun içten içe çöküşünün en kibar hali olabilir.