AMMAN
1 Haziran saat 01.00’de İzmit’ten çıktık yola. İstikamet İstanbul Havalimanı. Çok büyük, kocaman bir havaalanı. Ben alışmışım Sabiha Gökçen’in mütevazılığına. Neyse bekleme falan filan, saat 05.00 gibi hareket edebildik. Uçakta uyumak en büyük zevkim olduğundan gözümü kapattım İstanbul, açtım Amman.
O gün de kral beyefendinin oğlunun düğünü var mıymış sana! Havaalanında wedding deskleri falan… Pasaportumuza atılan mühür bile wedding logolu. Düğüncülüğümü bu şekilde de tescil ettirmiş oldum yani.
Çıktık şehir turuna. Ağzım açık izliyorum arkadaş! Bir başkent bu kadar mı dökük olur, bu kadar mı dağınık olur. Hani Amman olduğunu bilmesem, köy falan diyeceğim, o kadar. Estetik yoksunu, küp şeklinde bir sürü bina. Hepsi birbirinin aynı. Kare camlar.
AL BALAD BÖLGESİ
Sıcak, çok sıcak. Al Balad bölgesine gidiyoruz önce. Burası Amman’ın en tarihi bölgesi. Yerel dükkanlardan hediyelik eşya mağazalarına birçok alışveriş seçeneği var. Günlerden perşembe olduğu için dükkanlar açık, bir gün sonra gelsek Ürdün’de resmi tatil cuma olduğu için kapalı olacaktı.
Biraz yürüdük, sonra antik Jebel Al Qala şehrinden kalma Roma Amfitiyatrosu’nu gezdik. Bu arada dikkatimi çeken en önemli şey apartmanların duvarlarına yapılmış resimlerdi. Demek ki binaların ne kadar estetik yoksunu olduğunu gören birileri olmuş ve o güzel resimleri yapmış.
Şimdi merak edersiniz, kısaca bir Ürdün tarihi de geçeyim size: Aslında buralar bizim oralarmış. Gülmeyin yahu gerçekten öyle. Bak okurken daha neler fark edeceksiniz. Boru değil 400 yıl kalmış Osmanlı o topraklarda. Sonra ne mi olmuş? O meşhur İngiliz ajanı var ya Lawrence, Arapları kandırmış, ‘Müslüman oldum’ falan demiş hatta bir ara kendi bile inanmış Müslüman olduğuna, hooop İngilizler ve Araplar birlik olmuşlar, kaçınılmaz son. Yavuz Selim almış.
Neyse en başından başlarsak Osmanlıya gelinceye kadar Akad, Mısır, Pers, Roma, Bizans uygarlıklarına ev sahipliği yapmış. Birinci Dünya Savaşı sonrası da İngilizler işte her zamanki katakulli işlerle Ürdün’ü işgal etmişler.
Sonra 11 Nisan 1921 tarihinde ‘Mavera-i Ürdün Emirliği’ adıyla İngiliz mandası olarak kurulmuş, 25 Mayıs 1946’da bağımsızlığını ilan etmiş. 24 Ocak 1949’da devletin adı ‘Ürdün Haşimi Krallığı’ olarak değiştirilmiş. Mevcut kral, merhum Kral Hüseyin’in büyük oğlu II. Abdullah olmuş.
KRAL ABDULLAH CAMİİ
Parası acayip değerli, 100 dolar ver, üç tane para veriyorlar, şaşıyorsun. Bizde 100 dolar neree, burada nere. Ülkede petrol yok ama boraks falan çıkıyormuş, bu yüzden kanser vakası çoğunlukta hatta o kadar ki Amman’da bir kanser araştırma merkezi kurulmuş bunun için. Onları da gördük. Sonra zengin mahallesine gittik. Yeni kuruluyormuş, koca koca gökdelenler falan. Herhangi bir şehirden farkı olmadığını görünce, Amman’ın kötü görüntüsüne fit oldum diyebiliriz.
1932’de yapılan 3000 kişi kapasiteli, mavi mozaik bir kubbesi olan Kral Abdullah Camii’ni ziyaret ettik. Bu cami aslında Amman’daki en eski cami. M.S. 600’lü yıllarda yaptırılan bir caminin yerine yeniden yapılmış.
Çarşıda gezerken bir de ne göreyim. Şeker kamışları dizi dizi. Ah! Ah! Çocukluğumun Adanasında sokak satıcılarından alır, kemirirdik. Dünyanın en lezzetli şeylerinden biridir. Şimdilerde ülkemizde ekilmiyor sanırım, yine siyasete gireceğim de bu bir gezi yazısı.
Bir zamanlar Ürdün, tatlılarıyla ünlü olan Şam dahil olmak üzere tüm dünyanın bir numaralı şeker tedarikçisiymiş. Özellikle Memlüklüler zamanında, 13. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar buradaki şeker kamışı plantasyonlarından çıkan şeker, pazarın büyük bir kısmını oluşturuyormuş.
Naneli çayımızı da içtik. Allahım sana geliyorum, koymayın oğlum şu naneyi güzelim çayın üstüne. Çay, kırmızı çizgimiz arkadaş bizim.
ER-RAKİM MAĞARASI
Oradan 7 Uyurlar’ın (Ashab ı Kehf) 309 yıl boyunca uykuya daldıkları mağara olduğu savunulan Er Rakim mağarasına gittik. Er-Rakim mağarasının Ashab-ı Kehf’in asırlar boyunca uyuduğu mağara olup olmadığı konusunda farklı görüşler bulunsa da yerli ve yabancı birçok bilim adamı buranın Ashab-ı Kehf’in barındıkları mağara olduğunu savunuyor.
Türkiye’de Mersin’in Tarsus ve Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde de var 7 Uyurlar ama Er-Rakim mağarası müdürü Muhammed El-Huneyti, yaklaşık 33 ülkenin Ashab-ı Kehf’in uyudukları mağaranın kendi topraklarında bulunduğunu iddia ettiğini ancak çoğu bilim adamının bu mağaranın Ürdün’de olduğu görüşünü paylaştığını söylüyor.
Oteldeyiz akşam itibariyle…
PETRA
Sabah kahvaltısından sonra Petra için yola çıktık ama önce Salt şehrindeki Osmanlı şehitliğini ziyaret edeceğiz. Osmanlı Devleti’nin bugünkü Ürdün topraklarındaki merkezi olan Salt kentinde, 24-26 Mart 1918’de İngilizlere karşı kahramanca savaşarak şehit olan 4. Ordu 48. Tümen ile 143, 145 ve 191. Piyade Alaylarına mensup yaklaşık 300 Türk askerinin toplu mezarı bulunuyor. Gözleri doluyor insanın rehberi dinlerken. Vatanlarından, ailelerinden ayrı, uzaklarda şehit olan bazı kahramanların kimlikleri bile tespit edilemiyor.
Petra’ya doğru yola çıkma zamanı. Yaklaşık 250 km yol gideceğiz. Yol üstünde Hicaz Demiryolu’nu görüyoruz. II. Abdülhamit tarafından yaptırılmış müthiş bir proje. Bak burada hakkını yemeyelim Abdülhamit’in. Hicaz Demiryolu ya da diğer adıyla Hamidiye Hicaz Demiryolu, 1900-1908 yılları arasında Şam ile Medine arasında inşa ettirilen 1322 km uzunluğundaki demiryolu hattı. 1908 yılından sonraki eklemelerle 1.900 km uzunluğa kadar çıkmış.
Demiryolu hattının inşaatında 2666 kâgir köprü ve menfez, 7 demir köprü, 9 tünel, 96 istasyon, 7 gölet, 37 su deposu, 2 hastane ve 3 atölye yapılmış. II. Abdülhamid, demiryolu boyunca telgraf hattı çekilmesini de emretmiş. Telgraf hatlarıyla beraber demiryolunu Arap bedevilerin saldırılarından korumak için birçok karakol da inşa edilmiş. Asıl hedef Mekke imiş ama ulaşamamış. Vallahi takdir ettim, vagonlara çıktım Türk bayrağı altında fotoğrafımı çektim. Bu II. Abdülhamit mevzuu biraz karışık bizim memlekette ama iyi irdelemek lazım. Neyse yine siyasete dokunduruyorum bak.
HARİKALAR DİYARI
Üç saat sonra Petra’dayız. Harikalar diyarında yani. Yani dünyanın yeni 7 harikasından birinde. Geniş bir alana iniyoruz. Giriş noktasında çıkanlara bakıyorum, millet kan ter içinde. Hava sıcak ve çok zorlu bir parkur var yürünecek. Millet kıpkırmızı, nefes nefese, bayıldı bayılacak ama benim cesaretim var. O yolu yürümeden, o hazine binasına ulaşmadan durmak yok. Bu arada yürümeye cesaret edemezseniz alanın kontrolünü tamamen elinde tutan Bedeviler ATV ile götürüyorlar sizi hazine dairesine. Bence hızlı geçilmemeli, ‘sindire sindire yürünmeli’ deyip, giriyoruz kayaların arasına.
Petra; 1985 yılında, Unesco Dünya Mirası listesine girmiş, 2007 yılında ise ‘Dünyanın Yeni Yedi Harikası’ndan biri seçilmiş. Renginden dolayı da ‘Rose City’ olarak adlandırılıyor. Çarpıcı görünümü sayesinde pek çok filme ev sahipliği yapmış. En çok bilineni; Indiana Jones- Son Macera olup ayrıca; Mortal Kombat, Mumya Geri Döndü, Transformers- Revenge of The Fallen, Spiritual Warriors burada çekilen filmlerden bazıları.
1000 SENE UNUTULMUŞ
Petra şehrini ortaya çıkaran medeniyet: Nebatiler. M.Ö. 4. yy’da tarih sayfalarına adlarını yazdırmış göçebe bir kavim ancak bu göçebe kavmin en önemli özelliklerinden biri ticaretten anlamaları, yaşamlarını ticaretle ve hayvancılıkla sürdürmeleri. Önemli ticaret yolları üzerinde yaşadıklarından ve baharat, parfüm, yağ ticaretinde başarılı olduklarından; Romalılar, Yunanlılar ve Perslerle ticaret yapmışlar, zenginleşerek büyük bir devletin temelini atmışlar. Arami dilini kullanan Nebatiler, Pagan inancına sahipmişler.
Petra, M.Ö. 400 ile M.S. 106 yılları arasında Nebatilerin başkenti olmuş. M.S. 106 yılında Roma İmparatorluğu’nun kontrolü altına girdikten sonra yavaş yavaş kendilerine ait değerler, özellikler yok olmaya, unutulmaya başlanmış. Yaşanan birkaç büyük depremin de insanların şehri terk etmesinde büyük katkısı olmuş. Zaten Romalılar döneminde şehre tiyatro inşası dışında fazla eklemeler yapılmamış. Terk edildikten sonra ki bu dönem Haçlı Seferleri dönemidir, sonrasında da yaklaşık 1000 sene unutulmuş ve saklı kalmış. Bunun en büyük sebeplerinden biri de daha sonra anlatacağım gibi şehre girişin çok dar bir vadiyle olması. Bu dar yol zamanında onların güvenliğini sağlamış fakat terk edildikten sonra da uzun yıllar unutulmasına ve bulunamamasına sebep olmuş.
ZOR BİR PARKUR
Hadi şimdi şehri gezmeye başlayalım; yalnız hemen belirtmem gerekecek ki bu hiç de kolay bir parkur olmayacak. Ürdün’ün çöl iklimine sahip olduğunu, gezilecek bölgenin büyük olduğunu ve güneş altında gezileceğini hatırlattıktan sonra gerekli tedbirler alındığında özellikle de şapka, su, atıştırmalık gibi, işin kolaylaşacağını sanıyorum.
Antik şehrin giriş kapısından geçtikten sonra ileride daraldığını gördüğünüz geniş bir bölüme giriyorsunuz. Burası Bab Al-Siq (Siq Kapısı) olarak adlandırılıyor. Bu bölümde göreceğiniz ilk ilginç yapılar mezar taşları ve obeliskler. Etrafı yüksek kayalarla çevrili bölüm biraz ilerde daralıyor ve The Siq denilen aşağı yukarı 1 km. kadar süren bir koridordan ilerleyerek şehre giriş yapabiliyorsunuz. Burası öyle çarpıcı ve güzel ki sağınız, solunuz yüksek kayalarla çevrili bir kanyon. Kayaların yüksekliği bazı yerlerde 90 metre fakat bazı yerlerde 180 metreye kadar çıkabiliyor. Genişliği de zaman zaman değişip fotoğraflarda da görüleceği üzere ara sıra şaşırtıcı şekilde daralabiliyor.
The Siq adı verilen yoldan geçerken ilgimizi çeken bir ayrıntıdan bahsetmek istiyorum. Bu bölgede su çok büyük problem olduğu için Nebatiler yol boyunca yaptıkları kanallar ile şehre su gelmesini sağlamışlar. Ayrıca o dönemin şartlarında M.Ö. 1. yy’da baraj inşa ederek hem su baskınlarını önlemiş hem de şehrin yıllık su ihtiyacını rahatlıkla karşılamışlar. Mühendislik harikaları yaratarak su yataklarının yolları değiştirilmiş, uzak bölgelerden borularla şehre su getirilmiş.
Yol, Niş Anıtı denilen yapının olduğu yerde bir miktar genişleyip, sonra tekrar daralıyor. Beğeniyle etrafınızı inceleyerek yürüdükten bir müddet sonra çok ince bir aralıktan sızan ışık eşliğinde şahit olduğunuz manzara biraz sonra nasıl muhteşem bir yapı ile karşılaşacağınızı müjdeliyor sanki. The Siq adlı koridor şeklindeki yol biter bitmez Petra’nın en çarpıcı yapısı olan Khazneh (Treasuary) yani hazine bölümüne ulaşıyorsunuz. Bu manzarayı uzunca bir süre bir şey yapamadan hayranlıkla seyrediyor, sonra da bu anı ölümsüzleştirmek için fotoğraf çekme telaşına düşüyorsunuz. Bu bölümün adı hazine olsa da daha sonraki çalışmalar ve kazılar sonrası buranın kral mezarı olduğu anlaşılmış, 11 adet mezar bulunmuş. Bu yapıyı en ilginç kılan özelliklerden biri de blok taş üzerine, yukardan aşağıya doğru oyularak yapılmış olması.
Gerçek bir sanat eseri. Fotoğraf çekmeye doyamıyorum. Antik şehir kadar Bedevilerin yüzleri de ilginç. Neredeyse iki saat oyalandıktan sonra şehrin geri kalanını gezmek üzere yola çıkıyoruz ama dağ taş hazine. Bir günde gezilip bitirilmesi imkansız bir yer.
Roma döneminde yapılmış olan amfitiyatro dikkatimizi çekiyor. Yapımı 1. yy’a tarihlenmekte olup 8000 kişilik kapasiteye sahip. Tiyatronun karşı tarafında ise kral mezarları görülüyor. (Royal Tombs) Bu mezarlar devasa boyutta ve oldukça gösterişli. Nereye bakacağımızı şaşırıyoruz. Yol boyu devam ettiğinizde antik kentin ayakta duran önemli eserlerinden biri olan Qasr Al Bind’e ulaşıyorsunuz. Bu önemli bir tapınak olup; onca sel, deprem ve zaman etkenlerine karşı durup ayakta kalmayı başarmış bir eser. Aynı zamanda Petra Antik Kenti’nin de en uzak noktası.
Tekrar hazine dairesinin olduğu alana dönmemiz lazım. Bizden başka kimse kalmadı çünkü. Bir ben bir de yolculuk boyunca bana uyan sevgili kızım Nurcan.
Dönüşte bir kahvede oturup yine naneli çay içiyoruz. Kafeler de var bu arada alanda yine Bedevilerin işlettiği. Kafenin sahibiyle oturan bir Ürdün polisi milliyetimizi soruyor, ‘Türküz’ deyince, Türkleri çok sevdiğini, Erdoğan’a hayran olduklarını söylüyor. Ürdün’de edindiğim izlenim Türkleri çok seviyorlar, Erdoğan’ı daha çok seviyorlar hatta Erdoğan hatırına indirim bile yapıyorlar. Dünya liderliğini bilmem de Erdoğan, Arap lideri olmuş besbelli. Akşam tekrar otel. Yarın bizi uzun bir çöl hikayesi bekliyor.
WADİ RUM
Petra’dan çıktıktan bir saat sonra çöldeyiz. Ürdün denilince akıllara ilk Petra Antik Kenti gelse de Wadi Rum Çölü de görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Burası ayrı bir dünya, ayrı bir gezegen. Çöle adımınızı attığınız ilk anda o muhteşem atmosferi sizi hemen içine çekiveriyor.
Çölün gündüzü başka, gecesi başka büyülü. Kilometrelerce alanı kaplayan çölde müthiş doğa oluşumlarını görüyorsunuz. Kızıl kum tepelerinde yürüyor, kanyonlardan geçiyor, doğa olaylarının kayaları nasıl mükemmel bir işçilikle şekillendirdiğini hayretler içerisinde izliyorsunuz. Bu muhteşem coğrafya size izleyeceğiniz en güzel gün batımlarından birini vaadediyor. Sonra hava kararıyor ve Wadi Rum’da gökyüzü tüm ışıltısıyla samanyolu eşliğinde size gösterisini yapıyor.
Çöl, ‘Ay Vadisi’ olarak da biliniyor. Tarihsel olarak birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bu güzel yerde Petra Antik Kenti’nin mimarları olan Nebatiler de hüküm sürmüş. Çölde gezerken burada bulunan kanyonlarda Nebatilerin izlerine rastlıyorsunuz.
Wadi Rum, geçmişte ticaret yollarının kesişim noktasıymış ve buraya birçok kervan uğruyormuş. Wadi’nin stratejik konuma sahip olmasını Osmanlı Devleti’nin büyük projelerinden biri olan Hicaz demiryollarının buradan geçmesinden de anlıyorsunuz. Bu demiryolu Wadi Rum girişine oldukça yakın konumda.
Atladık jeepimize, kızıl kumlarda yol olmaya başladık. Bata çıka kumlarda yürüdük. Hayatımda bu kadar yumuşak kum görmedim arkadaş. ‘Wadi Rum’ın en can alıcı taraflarından biri kesinlikle gün batımı’ dediler. Bedevi kardeşlerimiz arabalarımızla bizi küçük küçük tepelerin olduğu bir alana getirdiler ve ‘günü burada batıracağız’ dediler. Biz de tepelerden birine çıktık ve güneşin yavaş yavaş süzülüşünü izledik.
Güneş, kızıl kumlardan süzülerek o kadar güzel battı ki ‘hayatımın en güzel gün batımlarından birini burada yaşadım’ diyebilirim. Wadi Rum Çölü bir rüya gibi. Burayı yaşamanız, hissetmeniz lazım. Gün batımı sonrası turumuzu tamamladık ve konaklayacağımız çadırlara doğru yol almaya başladık.
Aaaa develeri görmez miyim o ara! Kaçar mı arkadaş? En son Fas’ta binmiştim. Yalnız buranın develeri bizim develere benzemiyor. Daha narin, kırıldı kırılacak. Bizimkiler öyle mi ya! Onu da hallettikten sonra ver elini otel.
Ben ve yol arkadaşım tabii ki balon otelde kaldık. Gece gerçekten çok acayipti. Serindi bir kere. Gündüzün o sıcağına rağmen akşam üşüdük. Naneli çay içtik yine yatmadan önce.
AKABE
Wadi Rum’dan Akabe’ye varmak bir saat sürdü. Akabe, 5 günlük Ürdün gezimizin son noktasıydı. Kurak topraklardan ve çöllerden sonra denizle buluşmak bize hayat verdi. Ürdün’ün tek liman şehri olan Akabe, dalış noktaları ve su altı zenginliğiyle biliniyor. Açıkçası dalış yapmak için tercih edilen bir şehir. Biz de meşhur altı cam olan tekneye binip, seyre daldık alemi.
Sonra meydandaki Akabe Kalesi’ni ziyaret ettik. Kalenin tarihi Memlüklüler Devleti’ne kadar dayanıyor. Kale, Memlüklülerden Osmanlılara kadar birçok tarihi hanedanlık döneminde kullanılmış ve yenilenmiş. Kale, Hac duraklarının bir noktasıymış ve zamanında kervansaray olarak da kullanılmış. Akabe Kalesi, Kızıldeniz’deki konumu göz önüne alındığında çevresindeki diğer kalelerden daha büyük.
Çarşısı gerçekten çok güzeldi. Akşam yemeğini de yerel bir restoranda yedikten sonra havaalanına doğru yola çıktık.
Şu klasik sözle bitireceğim yazımı: Vallahi bizim memleket cennet!
NASIL ARANDI: #petra # birgül yürüker # al balad # kral abdullah camii # er rakim mağarası # gezi # seyahat # arke organizasyon