İş için dünyanın neredeyse tamamını gezen bir arkadaşıma sormuştum: “Sence en güzel ülke hangisiydi?” Hiç düşünmeden “İskoçya” demişti bana. Aklımın bir köşesinde kaldı hep bu “en güzel ülke”… Bunu aktardığım diğer arkadaşlarım da “Demek ki arkadaşın doğayı seviyormuş” dediler. İskoçya’ya gittiğimde anladım ki sadece doğa değil gerçekten tarihin, eşsiz bir kültürün ve güvenin kucağında yürüyorsunuz sokaklarda.
Bir haftalık ara tatilde İskoçya’nın altı şehrini ziyaret etme imkânı bulduk. Hepsi de birbirinden heyecan verici ve büyüleyiciydi. 4 saatlik uçuşun ardından başkent Edinburgh’a iniş yaptık. Buradan konaklayacağımız ilk yer olan St. Andrew’se doğru hareket ettik. Yolda en çok dikkatimizi çeken Forth Köprüsü oldu. Forth Köprüsü, İskoçya’da bir demiryolu köprüsü. 1890 yılında inşa edilmiş. Üç ayrı bölümü olan köprüden her gün yaklaşık 190-200 tren geçiyor.
ST. ANDREWS
Vatikan’ın ve Katolik inancının kurucusu denilebilecek Aziz Peter’in kardeşi olan Aziz Andrews, kendisi de balıkçı olduğundan bütün balıkçıların ve eskiden İskoçya’ya hükmeden Pict halkının koruyucu azizi olarak biliniyor. Onun adını taşıyan St Andrews da İskoç Katolik Kilisesi’nin başkenti. Bu nedenle burada hem koca bir katedralden geriye kalan yıkıntılar var hem de üniversitenin içinde beş asırlık St Salvator Şapeli bulunuyor. St Andrews şehri İskoçya’daki en eski üniversiteye ev sahipliği yapıyor, şehrin ismini taşıyan üniversite 1413 yılında kurulmuş.
Yarısı öğrenci olan 18 bin kişilik nüfusuyla Kuzey Denizi’nin kenarında yemyeşil, şirin, sakin bir kent. Tüm evler İskoçya’nın o gri taşlarından yapılmış ve bahçe içerisinde müstakil. Burası aynı zamanda golf sporunun icat edildiği yer ve hala ünlü golf sahaları meraklısı için inanılmaz güzellikte. Golfle ilgili bir müzeye de ev sahipliği yapıyor.
Son zamanlarda kent başka bir özellikle de ön plana çıkmış durumda: Çok sevilen kraliyet çifti Prens William ile Kate Middleton burada öğrenci iken tanışmışlar. St Andrews Üniversitesi yıllarında sevgili olan çiftin aşklarının doğduğu yer.
Biz burada golfun yaratıcılarına ait 1800’lerden kalma bir otelde kaldık. Gerçekten çok otantikti. Kendinizi eski bir Britanya filminde hissedebileceğiniz ölçüde korunmuş olan otelin tabii ki kocaman bir golf sahası mevcuttu.
INVERNESS
St Andrews’den İnverness’e doğru yola çıktığımızda gördüğümüz doğal güzellikler gerçekten tablo gibiydi. Hatta eskiden beri salonlarımızı süsleyen doğa manzaralarının kaynağının buralar olduğunu düşünmeye başladım. Yolumuzun üstünde uğradığımız Pitlochry Kasabası’na bile birkaç gün ayırmak şart. Bizim sadece geçerken kahve içtiğimiz kasaba, İskoçya’nın büyüleyici Highlands bölgesinde yer alan tarihi ve doğal güzelliklerle dolu bir kasaba. Pitlochry’de tarihi anıtlar, doğal güzellikler, tatlı dükkânları ve restoranların tadını çıkarabilirsiniz.
Gelelim Inverness’e… Inverness geçtiğimiz diğer yerlerden daha büyük bir yerleşim yeri. Ness Nehri şehri ikiye bölüyor. En önemli yapı zaten hemen kendini gösteren Inverness Kalesi. Bir diğer önemli yapı da Inverness Katedrali. Nehrin iki yakasına da yayılan güzel manzaralar dışında Inverness’de bolca kafe, restoran ve butik mağaza var. Ayrıca bizim gittiğimiz gün ‘şehitlerini anma ve savaşa hayır’ dedikleri özel bir günmüş. Bütün Birleşik Krallık’ta kutlanılan bu günde biz de kilt yani İskoç eteği giymiş askerlerin ve yerel halkın gayda eşliğinde yürüyüşlerine denk geldik. Sanırım çok şanslıydık.
ERİSKA
Eriska Adası’na doğru yola çıktık ama tabii ki yolda yine birkaç masalsı noktaya uğramamız şarttı. Bunlardan ilki Urquhart Kalesi’ydi. Kale, hâkim olduğu kayalık burundan Loch Ness’e bakıyor. 500’lü yıllarda yapıldığı düşünülen kale birçok medeniyete askeri bakımdan ev sahipliği yapmış. Kaleden ayrıldıktan sonra küçük küçük kasabalardan geçerken fotoğraflardan tanıyacağınız masalsı bir kaleye daha uğradık. Eilean Donan Kalesi kendiyle aynı adı taşıyan bir adada yer alıyor. Adaya ve kaleye, kalenin bir parçası olan yoldan ulaşılıyor. Eşsiz fotoğraflar çekebileceğimiz bu alanı ziyaret etmesek olmazdı. Kaleden ayrılınca hem yemek yemek hem de listemizde olan tatlı bir kasabayı daha ziyaret etmek için Fort William’a ulaştık. Ee, İskoçya’ya gelmişken benimkilere kilt giydirmeden olmazdı. Arel ve Hüseyin için kiraladığımız kiltlerle bu kasabada hatıra fotoğrafı çektirdik. Akşama doğru otelimizin olduğu adaya ulaştık. Eriska Adası’nın yolu biraz ürkütücü ama bir o kadar da heyecan verici. Bir arabanın geçebileceği kadar dar bir köprüden geçerek adaya ulaşım sağlanıyor. Bu heyecanın sonunda muhteşem bir şato otel sizi bekliyor ve her şeye değiyor. Aynı zamanda bir SPA merkezi olan bu adaya bir gün ayırdığımız için çok üzüldük. Özel olarak bu adaya gelebilir ve benzersiz bir deneyim yaşayabilirsiniz, bizden söylemesi. Doğa yürüyüşleri yapabileceğiniz, her türlü sporu deneyimleyebileceğiniz ada unutulmazdı.
STIRLING KALESİ
Eriska’nın bulunduğu Highland bölgesinden Edinburgh’a doğru yola çıktık ve her zamanki gibi yolda inanılmaz doğa harikalarıyla karşılaştık. Bunlardan biri Üç Kız Kardeş Dağları’ydı. İskoç dağcılığının evi sayılan bu bölge hem tırmanıcıların hem de profesyonel fotoğrafçıların uğrak noktası. Üç Kız Kardeş Dağları’nı aşınca meşhur Highland inekleriyle karşılaştık. Arel, filmlerden tanıdığımız, büyük tüylü bir köpeğe benzeyen bu özel inekleri görünce çıldırdı tabii. Besleme imkânı da bulduğumuz inekler çok ama çok tatlıydı.
İneklerden zar zor ayrılıp Stirling Kalesi’ne doğru devam ettik. Kale, Stirling kasabasının en yüksek tepesine konuşlanmış. Güzel bir kale olduğundan çok ilgi görüyor. 1300 yıllarından bugüne kadar gördüğü yenileme ile günümüze ulaşmış. Görmeye değecek büyüklükte. En keyifli yanı sarayda giyilen kıyafetleri deneyebileceğiniz birebir replikalarının yapılmış olması. Denerken çok eğlendik. Her anlamda insanı alıp yüzyıllar ötesine taşıyabilen bir kale. Edinburgh’a ulaşmadan önce son durağımız “Tarihi Selamlayan Atlar” olarak bilinen The Kelpies parkıydı.
The Kelpies’in, 2015’te açılışı yapılmış olsa da aslında geçmişi İskoç tarihi ve mirasına dayanıyor. İskoçya’da gördüğüm tek modern eser diyebilirim ama dediğim gibi hikâyesi eski. Tamamıyla metal plakalardan oluşan 600 ton ağırlığındaki at başı heykelleri, İskoçya’nın endüstriye geçişinde atların tarihi rolü olması sebebiyle seçilmiş. “Kelpie” kelimesi ise İskoç mitolojisinde geçen, 10 at gücünde olan ve su kenarında yaşayan bir periye verilen isimden geliyormuş. Heykeller hem bu su perilerini hem de İskoçya’nın “Highlands” olarak anılan sert doğasını temsil ediyor. Eskiden atların gücüyle çalışan baraj da hemen yanı başında.
EDINBURG
Sonunda başkent olan Edinburgh’a ulaştık. Edinburgh pek çok Avrupa şehrinde olduğu gibi New Town-Old Town (Eski Şehir-Yeni Şehir) bölgelerine ayrılan bir kent. Gün boyu gayda sesleri ve kilt giyen adamların eksik olmadığı, mimari bütünlüğünü koruyan, Orta Çağ atmosferini yaşatan; festivalleri, gelenekleri, kalesi, doğası pek çok yönüyle çarpıcı bir şehir. Biz 3 gün boyunca hiç taşıt kullanmadan şehrin tamamını yürüyerek gezdik.
Öncelikle en çok aklımda kalan eserden başlamak istiyorum. Çünkü bu eser neredeyse şehrin her açısından gözüküyor ve karşınıza çıkıyor. Princess Street üzerinde yer alan ve tüm ihtişamıyla duran Scott Monument… Yazar Walter Scott anısına yapılmış. Şehrin simge noktalarından biri bence. Diğer önemli nokta ise Victoria Street…
Harry Potter severler için ‘Diagon Alley’ tanıdık gelecektir. İşte J.K. Rowling zihninde ‘Diagon Alley’ gibi bir büyücü alışveriş caddesi tasarlarken Edinburgh’taki ‘Victoria Street’ten esinlenmiş! Gerçekten de rengârenk dükkanlarıyla tam bir büyücü alışveriş caddesi. Zaten buradaki mağazaların vitrinlerine biraz bakarsanız göreceksiniz ki yarısı Harry Potter ile ilgili. Filmde kullanılan gerçek ve lisanslı ürünlerin satıldığı Harry Potter Müzesi’nin önünde uzun bir kuyruk beklemek zorundasınız. Müzenin hemen yanında ise yazarın kitabı yazdığı kafe yer alıyor.
KRALİYET YOLU
Buradan Royal Mile’a yani Kraliyet Yolu’na doğru yürüyebilirsiniz. Edinburgh’un tarihi kalbi burada atıyor. Royal Mile, Edinburgh Kalesi’nden başlayıp Hollyrood House Palace’a kadar uzanan yaklaşık 2 kilometrelik, şehrin en turistik caddesi. Ve tahmin edeceğiniz üzere sonradan yapılmış tek bir bina bile yok. Tamamı tarihi eser. Binalar ve sokaklar birbirine dar merdivenlerle bağlanıyor ve tabii ki çeşit çeşit müzeler, restoranlar, mağazalar da var.
Bir ucunda Edinburgh Kalesi, diğer ucunda da İskoç Parlamentosu olan Kraliyet Yolu’nda gezebileceğiniz belli başlı yapılar… Calton Hill ve Grassmarket zihnimizde kalan önemli noktalar oldu. Gittiğinizde göreceksiniz ki burası sadece turistlere hitap eden bir yer değil ve lokal halk da çoluk çocuk buraya gelip, aktif bir şekilde buralarda yaşıyor. Örneğin Grassmarket, Ortaçağ’da büyükbaş hayvan pazarıymış ve zamanında halka açık idamlar burada gerçekleştirilirmiş. Şu an kafeler, publar, kahvaltıcılar ve kahvecilerle dolu. Bir anlamda aynı özelliği devam ediyor tabii idamlar hariç. Ayrıca sokaktaki binalar mükemmel!
BOBBY'NİN MEZARI
İskoçya Ulusal Müzesi’ne de uğradık ama o kadar büyük ve dolu dolu ki bir günü ayırmak gerekiyor. Maalesef hepsini gezemedik, umarım bir kez daha ziyaret şansımız olur.
Müzenin hemen karşısında efsaneleşmiş bir köpeğin mezarı ve heykeli var. Bizi bu hikâye o kadar çok etkiledi ki anlatmadan geçemeyeceğim: Babası gibi bahçıvan olan Gray, kötü hava koşulları nedeniyle işsiz kalınca, eşi ve oğluyla birlikte Edinburgh’a gelir ve polis teşkilatına katılır. Kendisine koruma köpeği olarak Bobby verilir. Kasım 1857’de tüberküloza yakalanan Gray, günden güne kötüleşir. Yataktan kalkamadığı son günlerinde Bobby, Gray’in ayaklarının dibinde yatar. Daha sonra hayatını kaybeden Gray’in mezarını Bobby her gün ziyaret eder. Bobby, kendi ölümüne kadar, 14 yıl boyunca sahibinin mezarını korumayı kendisine görev edinmiş. Bobby’nin bu davranışı, Edinburgh halkı tarafından karşılıksız sevginin ve mutlak sadakatin simgesi olarak kabul ediliyor.
Bobby, 1872 yılında ölünce, John Gray ile aynı mezarlığa olmasa da hemen mezarlığın bahçesinin içine, sahibinin mezarından pek uzak olmayan bir yere defnedilmiş. Heykeli de yapılan Bobby, Edinburgh’un simgelerinden biri olmuş. Burnuna dokununca şans getireceğine inanılan heykel ve mezarlık ziyaretçi akınına uğrayan noktalardan biri.
Bahsetmeden geçemeyeceğim bir ziyaretimiz de İllüzyon Müzesi’ne oldu. İnteraktif ve keşfe dayalı bir deneyim yaşayabileceğiniz 6 katlı bir bina ve gezmesi yorucu değil. Kaleye çok yakın, kesinlikle tavsiye ederim. Eğer bizim gibi çocukluysanız bütün şehri canlı canlı izleyebileceğiniz periskop deneyimi yaşamak için bile bu müzeye gitmeye değer.
GLASGOW
Cylde Nehri’nin İrlanda Denizi’ne açılan noktasında yer alan İskoçya’nın en büyük şehri Glasgow’u anlatmak için gezinin tamamında kameranın açık kalması gerekir. Bu kadar tarihi ayrıntıya sahip bir şehir daha görmedim diyebilirim. Şöyle düşünün; herkes bilir ki New York’ta gökdelenlerin içinden geçerek yürünür, Glasgow’da ise tarihi kaleler, şatolar ve binaların arasından gidiyorsunuz, modern bir tane yapıya bile rastlamıyorsunuz ve tıpkı Edinburgh gibi hepsi kullanımda ve yaşayan binalar.
Sanırım Glasgow’da yapılacak en keyifli şeylerden biri, etrafı dolaşırken göz alıcı Victoria yapılarıyla karışık stillerdeki kent mimarisini bol bol fotoğraflamak. Mimari açıdan çok zengin olan Glasgow, hemen her türden yapıya sahip. Hatta Harry Potter filmindeki Hogwarts’ın, Glasgow Üniversitesi’nden esinlenildiği düşünüldüğüne, binaların olağanüstü etkileyici görünüşlerinin birçok Hollywood filminin arka planında yer almayı başarması şaşırtıcı değil. Şehirde dolaşırken gözünüz sürekli yukarılarda olsun! Şehirde yalnızca yürümek bile yetiyor ama görebileceğiniz başlıca adresler City Chambers, Tenement House ve Glasgow Katedrali olabilir. Biz bir de her şehirde yaptığımız gibi Science Museum’u ziyaret ettik. Gittiğimizde okul gezisiyle gelen çocuklarla da karşılaştık. Bir İskoçyalı olsam sabahtan çocuğumu arkadaşlarıyla buraya bırakır, akşam alırdım. Yapılabilecek, keşfedilecek o kadar ilgi çekici deneyim var ki ailece zor ayrıldık müzeden.
İSKOÇYA’DA YEME-İÇME
İskoçya’da kahvaltı Avrupa ülkelerinden farklı olarak önemsenen bir öğün. Her ne kadar bizim kahvaltı anlayışımıza uygun olmasa da denemeden olmazdı. Kahvaltının en ilginç öğesi koyun kalbi, akciğerleri ve karaciğerinin bir tahıl ve baharat karışımıyla harmanlanmasıyla yapılan; ardından pişirilmek üzere koyunun midesine doldurulan ve sanki bir mücvermiş gibi servis edilen Haggis’di. Ne olduğunu yedikten sonra öğrensem de tadı gerçekten çok lezzetliydi. Yanında kuru fasulye, patates ve domatesle servis edilen kahvaltıda yumurta da mevcut.
Bütün dünyanın severek yediği fish& chips’in ana vatanının İskoçya olduğunu biliyor muydunuz? Oldukça da iyi yapıyorlar gerçekten. Sırrını da öğrendim, balığı kızartmadan önce batırdıkları karışımmış farkları.
İskoçya denilince akla gelen ilk içecek viskidir. Viski bu ülkede yüksek oranlarda üretiliyor, aynı zamanda tüketiliyor. İhraç edilen bu viskiler dünyanın en bilinen viskileri. Öyle ki ülkeye yalnızca viski tadımı ve turlarına gelen turistler var. İçimi sert olan bu içeceklere; tereyağlı tarifler, şekerli kurabiyeler ve İskoç ekmeği eşlik ediyor.
Biz İskoçya’yı çok sevdik. Tekrar tekrar gidilesi bir yer. Yalnız iklimi bize göre biraz soğuk olduğundan yazın gitmek daha keyifli olabilir. Fakat daha kasım ayından başladıkları yılbaşı hazırlıkları da kışın görsel bir şölen sunacaklarının ispatı. Bilemedim ikisi de güzel, zamana siz karar verin…
NASIL ARANDI: #Kocaeli Life # aralık # İskoçya # gezi