HAZIRLAYAN: MÜZEYYEN TOPÇU TAN
FOTOĞRAFLAR: ÖMER TAN
Eşim Ömer Tan’la hayat felsefemiz: Öğrenmek, yeni yerler görmek, yeni şeyler keşfetmek... Ufkunu genişletmek istiyorsan; seyahat etmelisin. Bu nedenle imkanlarımız ve zamanımız el verdiği ölçüde seyahat ederiz. Bu seyahatlerden biri de son zamanların gözdesi ‘Lavanta Tarlaları, Salda Gölü, Eğirdir Gölü, Sagalassos Antik Kenti Turu’ oldu.
Geçen yıl basında, Isparta’nın Keçiborlu ilçesinin Kuyucak Köyü’nde kırsal turizm patlaması yaşanmasına neden olan lavanta tarlalarının fotoğraflarını gördüğümde, bu köyü ‘Mutlaka gidilmesi gereken yerler’ listesine eklemiştim. Bahçemizde 3-5 kökten oluşan lavantaların ne kadar güzel koktuğunu bilen biri olarak ‘binlerce lavantanın kokusunu içimize çekmek, o görsel şöleni yakından görmek, mor tarlalar içinde birkaç kare fotoğraf çektirerek, anı ölümsüzleştirmek çok güzel bir deneyim olur’ diye düşünmüştüm. Birkaç gün sonra Aşkar Turizm’in ortaklarından, arkadaşım Özlem Çalık telefon açtı ve ‘Lavanta Tarlaları-Salda Gölü Turu’ düzenleyeceklerini söyledi fakat seyahat tarihi, oğlumuzun düğün hazırlıklarına denk geldiği için gidemedik.
Bu sene her ne olursa olsun bu geziyi kaçırmak istemedim. Programa baktım, bir gece konaklamalı kısacık bir geziydi. Kısa ama dopdolu...
Gece 00.00’da yola çıkılacak, sabah Kuyucak’ta kahvaltı yapılacak, lavanta tarlaları gezilecek. Oradan yine sosyal medyada ve basında sıkça yer alan ‘Türkiye’nin Maldivleri’ Salda Gölü’ne gidilecek, öğle yemeği yenilecek, Salda Gölü’nde yüzülecek, akşam yemeği Isparta’da kalacağımız otelde yenilecek ve Isparta merkez gezilecek. Sabah kahvaltıdan sonra ise Sagalassos Antik Kenti gezilecek, oradan da Eğirdir Gölü’ne gidilecekti. ‘Bu kadar kısa sürede bu kadar aktivite nasıl yapılır?’ diye düşündüm ama “En azından bir keşif gezisi olur, seneye daha uzun gideriz” dedim. Açıkçası beni korkutan 6-7 saat süren otobüs yolculuğu idi zira otobüs yolculukları beni yorar. ‘Sabaha kadar yolculuk yapıp ertesi gün hiç dinlenmeden, yorgun argın nasıl dolaşırız?’ diye kaygılansam da karar vermiştim. Yoksa bu deneyim, bu tecrübe seneye kalacaktı. Çünkü haziran sonu ile ağustosun ortasına kadar gittiniz gittiniz, yoksa tarlalardaki o muhteşem mor şöleni kaçırdınız demektir. Zira temmuz ayının başından sonuna kadar lavantalar mor, daha sonra grileşmeye başlıyor ve hasatları yapılıyor.
Molalarla 7 saat süren bir yolculuktan sonra Kuyucak Köyü’ne vardık ve rehberimizin götürdüğü tesiste serpme köy kahvaltısı ile güne başladık. Kahvaltıda lavanta reçeli ve lavanta balının tadına baktık. Kahvaltı sonrası tesisin yanındaki mis kokulu lavanta tarlalarına fotoğraf çekmek ve çektirmek için dağıldık. Sabahın erken saati olmasına rağmen ziyaretçilerin fotoğraf çekmesi için hazırlanan kapı, salıncak, at arabası, traktör gibi dekorlarda kuyruklar vardı. Zira bizim gibi turla ya da şahsi araçlarıyla gelen azımsanmayacak bir kalabalık mevcuttu. Lavantaların güzelliği ve esrik edici kokusuna kapılmış vaziyette fotoğraf çekmeye çalışırken, arıların da lavantaları ne kadar sevdiklerini fark ettik. Neredeyse arının biri beni sokuyordu. Aslında giderken antihistaminik ilaç götürmek lazımmış, açıkçası hiç aklıma gelmedi. Eğer alerjik bir bünyeye sahipseniz, tedbirli olun! Bu arada havasından mı, tarlaların masalsı güzelliğinden mi bilmiyorum ama hiç yorgun değildim ve gece yarısına kadar da kendimi hiç yorgun hissetmedim.
Birkaç yıl öncesine kadar pek kimsenin bilmediği, sakin Kuyucak Köyü’nde lavanta 1970’li yıllardan beri dikiliyormuş aslında. Fransa’nın Provence bölgesinden bir Ispartalı fideleri getirip, üçer beşer evlere dağıtmış. Şu anda neredeyse bütün köy lavanta ekiyor ve kilometrelerce uzunluktaki lavanta tarlalarından, Türkiye’nin lavanta ihtiyacının yüzde 90’ından fazlası karşılanıyor.
Kuyucak Köyü’nün son yıllarda ziyaret edilen popüler yerlerden biri olmasına; ‘Lavanta Kokulu Köy’ projesi ile yaygın medyada çıkan haberler, sosyal medyada paylaşılan fotoğraf ve videolar neden olmuş. Turist sayısı birden bire artıp, kırsal turizm patlaması yaşanmış…
Projenin başladığı 2016’dan bu yana turizm açısından büyük ilerlemeler kaydeden Kuyucak Köyü, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve Anadolu Efes’in ‘Gelecek Turizmde’ projesi ile destekleniyor. İlk etapta pansiyona çevrilen bir-iki ev, birkaç kafe ile turizme soyunan köy halkı, kadın girişimcilerin çalışması ve gayretiyle ‘Lavanta Kokulu Köy’ olarak ünlenmeye başlamış. Keçiborlu Kaymakamlığı kadın istihdamını sağlamak için kadınlara eğitimler vermiş, kadın kooperatifi kurulmuş... Geçen yıl 100 bine yakın yerli ve yabancı turist köyü ziyaret edince, yöre halkı haliyle hazırlıksız yakalanmış. Halen dört dörtlük organize oldukları söylenemez ama hızla yatırımlar yapmaya ve turizm konusuna adapte olmaya çalışıyorlar. Çok gayretli, istekli ve heyecanlı olduklarını söylememe gerek yok sanırım. Böylece tıbbi, aromatik, gıda ve kozmetik amaçlı kullanılan lavanta bitkisi; Kuyucak’ta hızlı bir şekilde turizmde marka olma yolunda ilerliyor. Hatta Fransa’nın lavantaları ile ünlü Provence bölgesi ile rekabet halindeler.
Hepimiz lavanta tarlasında en güzel kareleri yakalamak, en güzel pozları vermek için uğraştıktan sonra tesisin marketinde satılan, lavantaya dair ne varsa dokunup, koklayıp, alışveriş yaptık ve köy merkezine gitmek üzere yola çıktık. Yol boyu rengarenk tarlaları hayranlıkla seyrederek köy merkezine geldik.
Köyün her köşesinde buram buram kokan lavanta ve lavanta ürünlerini satmak için tezgah açmış köylülerden yine alışveriş yapıp bir kafeye oturduk. Burada lavantalı kahve ve lavantalı dondurmanın tadına baktık. Tıbbi ve aromatik, her derde deva bir bitki olan lavantadan aklınıza ne gelirse yapılıyor. Su, yağ, kolonya, parfüm, oda kokusu, sabun, krem, duş jeli, şampuan, gazoz, dondurma, kahve, çay, bal, reçel kısacası lavantaya dair her şey…
Sezon haziran sonu, temmuz başı gibi açılıyor. En geç ağustos sonu gibi lavantaların hasadı yapılıyor. Aslında fotoğraflardaki o mor şöleni görmek için kısa bir zaman dilimi. Eğer hala gitmediyseniz seneye temmuz-ağustos gibi Kuyucak Köyü’ne gidip, lavanta tarlalarının kokusunu, güzelliklerini hafızanıza kazımanızı ve birkaç kare fotoğrafla ölümsüzleştirmenizi tavsiye ederim.
Otobüs ile gitmek yorucu derseniz, İstanbul Sabiha Gökçen’den uçakla 1 saatte Isparta’ya gidip, havalimanına 20 kilometre uzaklıktaki Kuyucak Köyü’ne 15 dakikada ulaşabilirsiniz.
Köy sokaklarında geçirdiğimiz güzel saatler çarçabuk geçti ve Burdur’un Yeşilova ilçesindeki Salda Gölü’ne gitmek üzere yola çıktık.
Yaklaşık 1 saat 50 dakika sonra Salda Gölü civarına ulaştık. Rehberimiz öğle yemeği için bizi bahçesine bir kaç ahşap masa atılmış, ne lokanta ne kafe diyebileceğimiz, henüz yeni kurulmakta olan bir köy evine götürdü. Sanırım aynı zamanda pansiyon olarak hizmet veriyordu. Yemek için pek seçenek yoktu. Kıymalı, kaşarlı tost ve çay ile öğle yemeğini geçiştirdik. Daha önce gitmediğimiz için gölü merak ediyorduk. Her yıl bir önceki yıldan daha fazla ziyaretçi çeken, ‘Türkiye’nin Maldivleri’ olarak ünlenen Salda Gölü gerçekten fotoğraflardaki kadar güzel miydi ve yüzebilecek miydik?
2 milyon yıl öce oluştuğu tahmin edilen kapalı havza özelliği ile dikkat çeken (Gölden herhangi bir akarsu çıkışı yok) Salda Gölü ve kıyı şeridi 1. derece doğal SİT alanı. Bu nedenle otopark ve tesisler uzakta ki gölün korunması için olması gereken de bu zaten. Zira Salda Gölü yine sosyal medya sayesinde popüler olmaya başladığı için her gün binlerce kişi ziyaret ediyor. Bembeyaz kumun, mavinin her tonunu ihtiva eden gölün ve etrafındaki yeşilliklerin bir araya gelmesiyle adeta yeryüzünde bir cennete benziyor Salda Gölü...
Göl, barındırdığı endemik kuş ve bitki türleri ile aynı zamanda uluslararası öneme sahip ender göllerden biri. Bölge sadece günübirlik ziyaretçilerin değil aynı zamanda kamp yapmak isteyenlerin de uğrak noktalarından. Daha uzun konaklamak isteyenler için göl kenarında otel ve pansiyonlar da mevcut ki kesinlikle birkaç gün kalınması ve keşfedilmesi gereken bir yer… Eşsiz bir doğaya sahip Salda Gölü’ne 15 kilometre uzaklıkta, ülkemizin göl manzaralı tek kayak merkezi olma özelliğini taşıyan Salda Kayak Merkezi de var. Yani kışın göl manzaralı kayak yapılıyor. Daha önce gidenler, gölün etrafının mutlaka araçla ya da bisikletle dolaşılması gerektiğini, hatta macera ve ekstrem sporlardan hoşlanıyorsanız, yamaç paraşütü yapmak gerektiğini söylüyor ama ne yazık ki bizim buna zamanımız yok!
Bize ayrılan iki saat içinde kimimiz yüzdü, kimimiz çamur banyosu yaptı, kimimiz çay bahçesinde oturup eşsiz göl manzarası eşliğinde çayını yudumladı. Tabii ki herkes bolca fotoğraf çekti. Betonlaşmanın köylerde bile çığ gibi büyüdüğü ülkemizde inşallah bu doğa harikası nasibini almaz diye düşünürken Millet Bahçesi Projesi gündeme geldi. Çevre ve Şehircilik Bakanı “Burayı birinci derecede doğal SİT alanından çıkartıp Özel Çevre Koruma Bölgesi haline getireceğiz” diyor. Bisiklet yolları, yürüyüş yolları ve bungalovlar yapılacakmış. Oysa ki o bembeyaz kumlara ayakkabıyla bile basılmamalı!
‘Umarım bu bakir doğayı da elbirliğiyle yok etmeyiz, torunlarımıza aynı şekilde bırakabiliriz!’ temennisiyle, Isparta’ya doğru yola koyulduk. Yaklaşık iki saat sonra ülkemizin gül bahçesi, dünyanın en önemli gülyağı üretim merkezi Isparta’daydık. Otelimiz şehrin merkezindeydi ve beklediğimizden daha konforluydu (Iyaşpark Otel). Yemekleri de taze ve lezzetliydi. Yemek sonrası hava kararmak üzereydi ama arkadaşlarımızla hem yediklerimizi sindirmek hem de Isparta’yı biraz keşfetmek için dolaşmak istedik. Dükkanlardan gül ihtiva eden hediyelik eşyalar aldık. Bir kısmı restore edilmiş, bir kısmı terk edilmiş, harap olmuş tarihi evlerin olduğu bir sokakta epey zaman geçirdikten sonra bir kafeye oturduk. ‘Her karışı ayrı güzel ülkemizin değerlerine neden sahip çıkmıyoruz? Neden rant uğruna betonlaştırıyoruz? Neden korumuyoruz, kıymetini bilmiyoruz?’ konusunu tartışarak çay ve kahvelerimizi içtik, otelimize döndük. Saat 23.30 olmuş ama dedim ya havasından mı suyundan mı bilmem, biz hala yorulmamıştık.
Ertesi gün erkenden kahvaltılarımızı yapıp (0telin kahvaltısı da yemekleri gibi güzeldi) Burdur’un Ağlasun ilçesindeki Sagalassos Antik Kenti’ni keşfetmek üzere yola koyulduk. Yol 43 kilometre ama dönemeçli olduğu için Ağlasun’a varmak bir saat kadar sürüyor. Sık ve bol ağaçların oluşturduğu yeşil bir denizin içinden, yılan gibi kıvrılan bir yoldan, dağa doğru tırmanırken Ağlasun Cumhuriyet Meydanı’ndaki 1000 yıllık anıt çınar ağacını gösteriyor rehberimiz. Ağlasun’dan 5 kilometre sonra Doğu Akdeniz’in Toros Dağları eteklerinde kurulan Sagalassos Antik Kenti’ne varıyoruz. Giriş biletini alıp on-on beş metre yokuş çıktıktan sonra karşılaştığım manzara karşısında ağzımdan dökülen ilk söz ‘Roma’ya mı geldik biz?’ oluyor. Gerçekten de uzmanlar Sagalassos’un, bir dağ kentinden beklenmeyecek ölçüde devasa Roma yapılarının, Roma dönemi mimarisinin en iyi örneklerini yansıtan kentlerden biri olduğunu söylüyor. Rehberimiz bir yandan geçmişi M.Ö. 3 bin yılına dayanan Sagalassos kentinde yaşanan mitolojik hikayeleri anlatırken, bir yandan da binlerce yıldır antik suyun aktığı Antoninler Çeşmesi, agoraları, Macellum yapısı, Heroon yapısı, kütüphane, seramik üretim merkezi ve yaklaşık 9 bin kişilik devasa tiyatroyu gezdirdi. Antik kentteki kazı çalışmalarının 1989 yılında Belçikalı bir profesör tarafından başlatılması ve halen Belçika’da yöreyi tanıtıcı seminerler verilmesi, turlar düzenlenmesi ise manidar. Ülkemiz tarihine yabancılar kadar bizim de değer vermemizi temenni ederken; kentte bulunan büstler, heykeller ve diğer buluntuların Burdur Müzesi’nde sergilenmesine sevindik zira Bergama’yı Berlin’e taşıdıkları gibi Sagalassos’u da Belçika’ya taşıyabilirlerdi.
En iyi korunmuş antik yerleşim yeri unvanlı Sagalassos, 1000 yıllık seramik üretim merkezi olma özelliği ile de 2009 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alınmış, kalıcı listeye girmek için çalışmalar devam ediyor.
Antik kentin içinde geçirdiğimiz birkaç saatte, içildiğinde insanları güzelleştirdiğine ve bu sudan içenlerin birbirine aşık olduğuna inanılan Antoninler Çeşmesi’nden akan suyun sesini dinleyip, ışıltısını izledik. O muhteşem tiyatronun taş basamaklarında oturarak, hayranlıkla etrafı seyrettik. Kartal yuvasından bakar gibi Ağlasun’a bakarak tarihin kokusunu içimize çektik ve ayaklarımız geri geri giderek Eğirdir’e doğru yola çıkmak üzere otobüsümüze döndük. Eğirdir’de göl kenarında alabalık yemeyi düşündüğümüz lokantanın hafta tatilinde olduğunu öğrenince Sagalassos balık çiftliğinde kiremitte alabalık yedik.
Ağlasun’dan Eğirdir’e gitmek, 1 saat 15 dakika kadar sürüyor. Doğası, plajları, adaları ve kamp alanlarıyla dikkati çeken Isparta’nın Eğirdir ilçesi ‘sakin şehir’ (Citta-Slow)* unvanına sahip.
‘Yedi renkli göl’ olarak anılan Eğirdir Gölü’ne uzanan iki adadan biri olan Yeşil Ada’ya gittik. Sağlı sollu ahşap evlerin bulunduğu dar sokakları dolaştıktan sonra göl kenarındaki restoranlardan birinde oturup muhteşem manzara eşliğinde çaylarımızı yudumladık; nasıl güzel bir ülkede yaşadığımızı, her köşesinin cennetten bir parça olduğunu ama kıymetini bilmediğimizi konuştuk. Eğirdir Gölü, ülkemizin ikinci en büyük tatlı su gölü. Doğal içme suyu havzası olmasının yanı sıra biyolojik çeşitlilik değerleri bakımından uluslararası bir öneme sahip ancak tarımsal kirlilik ile karşı karşıya! Bunun yanı sıra gölü besleyen akarsuların önüne çok sayıda gölet ve barajın yapılması, HES’lere su verilmesi, yasal ya da yasal olmayan kuyuların açılması nedeniyle günden güne kuruduğu söyleniyor. Yeşil Ada’nın doğa güzelliğinin yanı sıra Aya Stefanos Kilisesi gibi tarihi zenginliği de var ancak İzmit’e vakitli varabilmek için yola çıkma zamanı da geldi. Kiliseyi bir sonraki gelişimizde ziyaret etmek temennisi ile otobüsümüze binip güzel, renkli, mutlu anılar ve lavantalı, güllü hediyelik eşyalarla dönüyoruz. Goethe “Gezgin bir yere varmak için değil, görmek için seyahat eder” demiş. Ben de gördüklerimi siz değerli okurlarla paylaşmaya çalıştım. Bu geziye gitmemize, yeni yerler görmemize ve keşfetmemize vesile olan ve gezi sırasında ilgilerini hiç eksik etmeyen Aşkar Turizm sahipleri Nermin Öztürk ile Özlem Çalık’a çok teşekkür ederim.
*Sakin şehir, yerel kimliğini ve özelliklerini koruyarak var olmak isteyen kasabaların ve kentlerin katıldığı bir birliktir. Sakin şehir, İtalya’da “slow food” hareketinden doğmuş bir kentler birliği anlayışıdır.
NASIL ARANDI: #müzeyyen topçu tani ömer tan # salda gölü # lavanta # tarla # Eğirdir Gölü # Sagalassos Antik Kenti # Kuyucak Köyü # gezi # yazı # kocaeli
Avrupa'nın en temiz, okuryazarlık oranı ve yaşam kalitesi en yüksek ve güvenli ülkesi olan Estonya’nın başkenti Tallinn; ülkenin finans, sanayi, siyasi, kültür merkezi ve ana liman kenti olarak biliniyor. Avrupa'nın en iyi korunmuş Orta Çağ şehirlerinden biri olarak UNESCO Dünya Mirası Alanı listesinde olan Tallinn dünyanın en iyi on dijital şehri arasına girerek çağı yakaladığını da ispatlıyor.
İsveç ve Rus etkisiyle şekillenmiş kültürü, sanatı ve mutluluk endeksi ile gıpta edilen; tertemiz, yemyeşil ormanları, masmavi denizi ve üç yüz küsur adası ile güzel bir coğrafyaya sahip olan Helsinki, soğuk iklimine rağmen Kuzey Avrupa’da en yaşanabilir şehirlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Antik dönemde zengin, güçlü bir şehir devleti ve kültür merkezi olan Samos; dünyaca ünlü filozofların doğduğu, birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış tarihi bir bölge olmasının yanı sıra temiz ve güzel sahilleri, bölgeye özgü yemekleri, şarapları, tavernaları ve doğal güzellikleri ile ziyaret edilmeyi fazlasıyla hak eden bir lokasyon. Hem deniz hem de kültür tatilini birlikte yapmak isteyenler için ideal bir seçim.
Balkanlarda gezilecek yerler arasında en popüler rotalardan biri olan Üsküp, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış kadim bir şehir. Tarihi eserlerinin yanı sıra doğal güzellikleriyle de kendini kanıtlayan Üsküp’ü gezerken, Osmanlı’dan kalan izler nedeniyle kendinizi zaman zaman Anadolu’da bir şehirde hissedecek, damak tadımıza uygun yemekleri sayesinde de hiç yabancılık çekmeyeceksiniz, Bir de baktığınız her yerde devasa heykellere rastlayacaksınız.
Yunanistan’ın en iyi korunmuş tarihi şehri unvanına sahip İskeçe’de her yıl şubat sonu- mart başına denk gelen zaman diliminde yapılan renkli karnavala dünyanın her yerinden genç, yaşlı binlerce kişi katılıyor. Yunanistan’ın ve Balkanların en renkli karnavalı olan; müzik, dans, kültür ve eğlence dolu etkinlikleri kapsayan İskeçe Karnavalı, Yunanistan’ın turizm ekonomisine de ciddi katkı sağlıyor.
Doğal ve tarihi güzelliklerinin yanı sıra üniversitesi, sıcak su kaplıcaları, festivalleri ve her sokakta karşınıza çıkan, bakmaya doyamayacağınız güzellikte ArtNouveau ve Neoklasik tarzdaki binalarıyla mutlaka görülmesi gereken bir şehir…
Son yıllarda trend olan ‘Noel Pazarı’ turlarını merak ediyorsanız, alternatif olarak Yunanistan’ın Drama şehrindeki ‘Noel Baba Köyü’ ya da ‘Drama’nın Rüya Şehri’ diye adlandırılan tema parkı ziyaret edebilirsiniz
Başta büyük önderimiz Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere II. Meşrutiyet, İttihat Terakki ve Cumhuriyet döneminin önde gelen asker ve siyasilerini yetiştiren Askeri İdadi’nin de bulunduğu Manastır’ı gezmenin tam zamanı…
Makedonya’nın en güzel şehri, en önemli turizm merkezi olan ve 1979’da UNESCO tarafından Dünya Kültürel Miras Listesi’ne alınan Ohrid; arkeolojik eserleri, kalesi, camileri, kiliseleri ve çok kültürlü yaşamın izlerini taşıyan tarihi geçmişiyle tam bir kültür hazinesi…
Yüzyıllardır ayakta kalan tarihi dokuya tanık olmak; rengarenk, cumbalı, asırlık evlerin bulunduğu Arnavut taşlı dar sokaklarda yürürken geçmişe yolculuk yapmak; pırıl pırıl denizde yüzmek, tertemiz plajlarda güneşlenmek, taze deniz mahsullerinin tadına varmak Kavala’da mümkün
Yemyeşil dağları, tertemiz plajları, çekici körfezleri, tarihi, fosil ormanları ve gastronomisi ile aradığınız her şeyi bir arada bulabileceğiniz Midilli; her zevke hitap eden bir ada…
Doğa harikası manzaraları, gizemli mağaraları, Ortaçağ’dan kalma görkemli yapıları ile gezginlerin en çok görmek istediği ülkelerden biri olan Slovenya; ekolojisi ve sürdürülebilirliği ile Avrupa’nın en yeşil, en temiz ülkesi
Konumu nedeniyle Birleşik Krallık ve İngiltere için stratejik bir öneme sahip olan Birmingham, nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan 25 yaş altındakiler ile Avrupa’nın en genç şehri olarak biliniyor
Dünyanın ilk sağlık merkezi, ilk ve en büyük sunağı, ilk parşömen üretimi, ilk Asya kütüphanesi ve en dik tiyatrosu ile antik dünyada tarihe yön veren, ilkleriyle ünlü bir şehir; Bergama…
Dünyanın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biri olan Paris’i gezerken kendinizi adeta bir açık hava müzesinde hissedeceksiniz
Paris, sadece Fransa’nın değil aynı zamanda sanatın, kültürün, modanın, finansın, gastronominin de başkenti. Paris denilince akla; moda, sanat, görkemli tarihi yapılar, parfüm ve kozmetik geliyor
Kanuni Sultan Süleyman tarafından Drava Nehri üzerine yaptırılan, İstanbul’dan Budapeşte’ye giden yolu kısaltan, o dönem dünyanın sekizinci harikası olarak adlandırılan köprü sonrasında yok edilmiş olsa da Osijek görülmeye değer bir şehir
Dünyanın en güzel şehirlerinden biri Barselona… Egzotik, fantastik, büyüleyici ve masalsı yapıları, zengin kültürünü yansıtan müzeleri, hareketli sokakları, lezzetli yemekleri ve eğlenceli gece hayatıyla sizi büyüleyecek
Küçük olmasına rağmen uluslararası film festivali, karnavalları, plajları ve marjinal gece hayatı ile son yıllarda Mikonos, İbiza ve Saint Tropez ile rekabet edecek kadar güçlü bir şehir: Sitges
Deniz-kum-güneş, spor, tarih, kültür, gastronomi, eğlen- ce... Bir tatilden beklenen her şeyi karşılayan ada: Kos
Yeni yerler keşfetmek, spor yapmak, yüzmek, festivallere katılmak, termal kaplıcalarında tedavi görmek, üzüm bağlarında şarap tatmak isterseniz, 'Macaristan Denizi'ni yani Balaton Gölü’nü ziyaret etmelisiniz
Art Nouveau mimarisinin en güzel örneklerini görmek, doğanın kucağında sakin ve huzurlu bir tatil yapmak isterseniz, Subotica tam size göre
Köklü geçmişi, buram buram tarih ve sanat kokan sokakları, mimarisi, kültürü ve doğal güzellikleriyle ünlü Münih, Salzburg ve Viyana’yı gezerken kendinizi açık hava müzesinde gibi hissedeceksiniz
Neckar Nehri’nin iki yakasına kurulan, Almanya’nın en masalsı ve romantik şehirlerini gezerken, Ortaçağ’a doğru zaman yolculuğuna çıkacaksınız
Swansea, Britanya’nın ve Galler’in en güzel kumsallarına, plajlarına ve görkemli yamaçlarına sahip doğa harikası bir şehir
Londra, İngiltere’nin ve dünyanın en önemli iş ve finans merkezi olduğu kadar turizm açısından da en çok ziyaretçi çeken, en hareketli kenti
Berlin, her ne kadar II. Dünya Savaşı’nda bombalarla yerle bir edilmiş olsa da kendini toparlamış; tarihi, siyasi rolü, kültür-sanatı ve doğası ile de Avrupa’nın göz bebeği olmayı başarmış
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının yıl dönümünde, doğduğu şehir Selanik’e ve doğduğu eve gitmeye ne dersiniz?
Yaz bitti, çoktan… Sonbaharı da ortaladık. İşlerinizin yoğunluğundan ya da başka sebeplerden dolayı henüz tatil yapamadıysanız; ekim ayında çıkacağınız en güzel tatillerden biri belki de ‘Gemiyle Adriyatik’ gezisi olabilir. Tabii denizden ve gemi yolculuğundan hoşlanıyorsanız…
Yakın bir yurt dışı tatili istiyorsanız; tarihi dokusu, göz alıcı dağları, yemyeşil parkları, altın sarısı kumsalları, zengin mutfağı ve sıcakkanlı insanlarıyla Bulgaristan sizi bekliyor
Thassos; muhteşem kumsalları, turkuaz rengi denizi, resmedilmeye değer köyleri, tarihi yapısı ve eğlence hayatıyla bir tatilde aradığınız her şeyi size sunmaya hazır
Dünya üzerinde sakız ağaçlarının yetiştiği ve damla sakızı üretiminin yapıldığı tek yer olan Sakız Adası hem köklü tarihi hem de doğal güzellikleriyle ziyaretçilerini büyülüyor
Her köşesinde binlerce yıllık tarih yatan, dar sokakları şövalyelerin izleriyle dolu olan Rodos Adası; turkuaz rengi denizi, tertemiz plajları, geleneksel mutfağı ve gece hayatıyla ziyaretçilerini adeta büyülüyor
Masmavi ve berrak denizi, bembeyaz kumsalları, birbirinden güzel plajlarıyla meşhur Sardunya Adası, tarihte birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı için kültürel gezileri tercih edenlerin de uğrak yeri
Kanarya Adaları'nın en büyüğü Tenerife; muhteşem denizi, birbirinden güzel plajları, doğal güzellikleri hatta eğlenceli karnavallarıyla heyecan dolu bir tatil arayanların adresi...