Tam 53 yıldır sahnede… Ömrünü adadığı illüzyon sanatını başta çocuklar olmak üzere hepimize sevdiren ve mesleğine getirdiği yeniliklerle adını dünya literatürüne yazdırmayı başaran büyük usta Sermet Erkin, hala ‘illüzyonist’ denildiğinde Türkiye’de akla gelen tek isim. Özgün şovları, akıl almaz oyunları, zengin ekipmanı ve hiç bozmadığı beyefendi duruşuyla yarım asrı aşkın süredir sahne şovlarına devam eden Sermet Erkin; sadece illüzyon konusundaki ustalığıyla değil, sanatın her alanındaki geniş bilgisi ve entelektüel birikimiyle de tanınıyor.
7 yaşında tanıştığı illüzyon sanatının yanı sıra çocukluğundan beri tiyatro ve resim sanatıyla uğraşan; yıllarca radyo ve televizyon programları yapan; gazete ve dergilerde önemli görevler almış olan büyük usta, aynı zamanda gerçek bir koleksiyoner.
Uzun süredir, yaşamını memleketi olan Karamürsel’de, bir müzeyi andıran 4 katlı evinde sürdüren Sermet Erkin; sahip olduğu on binlerce kitap, kendi yaptığı yüzlerce resim ve binlerce hatıra fotoğrafının yanı sıra Türkiye’nin en büyük tiyatro piyesi arşivine ve Karagöz tasvirleri koleksiyonuna da sahip.
Dönemin en büyük sanatçılarıyla iç içe geçen bir çocukluk, göz kamaştıran bir şöhret ve büyük bir entelektüel birikimin izlerini taşıyan; adeta her köşesine hatıranın saklanmış olduğu bu çok özel evde, Türk illüzyon sanatının dev ismi Sermet Erkin’in kitaplara konu olacak hayat hikayesini kendi ağzından dinledik.
Sermet Bey, illüzyon sanatına olan ilginiz ne zaman başladı?
Doğma büyüme Karamürselli olmama rağmen ailem İstanbul’da okumamı arzu edince, ben yedi yaşındayken İstanbul’a taşındık. İstanbul’daki evimizde de Zati Sungur Bey ve eşi Nejla Hanım ile komşu olduk. Biz tanıştığımız yıl Zati Bey’in sahnedeki son sezonuydu, sonra bu işin üretim kısmına geçti. Benim çocukluğum Zati Bey’in yanında, onların evinde geçti. Dolayısıyla onun kullandığı alet edevatın, illüzyon oyunlarının içinde büyüdüm. Zati Bey’den özel olarak hiç illüzyon dersi almadım ama o kadar iç içeydik ki zaman içerisinde kullandığı materyalleri tanıdım, oyunları ondan göre göre öğrendim.
İlk gösterinizi ne zaman yaptınız?
Küçüklüğümden beri Zati Bey’den temin ettiğim malzemelerle aile içinde, arkadaşlarım arasında küçük gösteriler yapıyordum ama halk huzurundaki ilk gösterimi, 14-15 yaşlarındayken Kambur’un Bahçesi olarak da bilinen Beşiktaş Bahçesi’nde yaptım. Bu bahçede ihtiyaç sahibi çocuklar için bir sünnet töreni tertip edilmiş, eniştem de bunu duyunca beni önermiş. Böylece ilk sahne deneyimimi tüm aile fertlerimin ve Zati Bey’in de seyirci olduğu o programda yaşamış oldum. Bununla beraber, benim sahneyle ilk tanışmam illüzyondan önce tiyatro ile oldu…
TİYATRO, RADYO, TELEVİZYON
Tiyatro hayatınıza ne zaman girdi?
İlkokulda… Birinci sınıfı bitirirken yapılan müsamerede Nasreddin Hoca oldum. Çok beğenilmiş olmalı ki ikinci sene de aynı role yine beni seçtiler. Zati Bey, müsamereyi izlemeye eşi ve samimi dostu olan büyük oyuncu, yönetmen ve seslendirme sanatçısı Necdet Mahfi Ayral ile birlikte geldi. Necdet Bey beni seyrediyor, çok beğeniyor ve diyor ki “Biz bu çocuğu Şehir Tiyatrosu’na alalım…” Ve ben böylece tiyatroya adım atmış oluyorum. Çocuk tiyatrosuyla başladığım Şehir Tiyatrosu’nda 1977’ye kadar kaldım ve aynı zamanda İstanbul Radyosu’nun çocuk radyo saatine de başladım. Bu arada bir grup arkadaşımla beraber mandolin de çalıyordum. O dönemde İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka Maden Fakültesi’nin üst katında, her perşembe televizyon deneme yayınları yapılırdı, biz de grubumuzla beraber oraya misafir oluyorduk. İkinci gidişimizde, bir teknik aksaklık olmuş, arayı doldurmak için bana bir şiir okuttular. Sonra da çok beğenip her hafta çocuk haberlerini sunmamı istediler. Böylece, televizyona da spikerlikle başlamış oldum. Bu şekilde devam ederken, 1974 yılında bir gün beni Muhsin Ertuğrul yanına çağırttı. Zati Bey’in öğrencisi olduğumu duymuş, dedi ki “Bir çocuk oyunu başlatacağız, sen de orada sahne al.” Böylece tiyatroda da ilk illüzyon gösterimi yaptım.
İLK PROFESYONEL ŞOV
Sonra nasıl devam ettiniz?
On sekiz yaşıma geldiğimde, üniversiteyi kazandım ama liseyi bitiremedim. İsviçre’de bir halam vardı, onun yanına gitmek istedim. Amacım, illüzyon ile ilgili Türkiye’de bulunmayan alet-edevatı almak… İsviçre’ye gittim, Zati Bey’in verdiği adreslere giderek aletleri aldım. Halamın evinde aletleri deniyorum, çözmeye çalışıyorum, halamın torununun arkadaşlarını da bahçeye toplayıp onlara oyunlar yapıyorum. Derken bir gün komşulardan biri bunu görmüş, halama Paskalya eğlencesinde gösteri yapıp yapamayacağını sormuş. Kabul ettim, hemen kostümler aldık, hazırlıklar yaptık, gittik. Meğer, o gece gösteriyi İsviçre’nin en ünlü organizatörü de izlemiş. Bu sefer de ondan teklif aldım. Zürih’te bir gece kulübünde gösteri yapmaya başladım. Bu şekilde bir ay çalıştım ve ilk profesyonel işim bu oldu. Sonra Türkiye’ye geri döndüm; hem üniversite eğitimime hem de illüzyonist olarak sahne almaya devam ettim. Artık adım tüm Türkiye’de biliniyordu.
Anladığım kadarıyla o tarihten sonra gazino sahneleri başladı…
Evet, ilk olarak bir sezon Olimpia’da çalıştım. Ondan sonra da Türkiye’nin en eski ve en büyük gazinosu olan Kervansaray’a geçtim, 19 sene orada devam ettim. Tabii Maksim, Kent Gazinosu, Ruje Nuar gibi gazinolarda da sahneye çıktım, bu arada sayısız yurt dışı çalışmalarım oldu. Özellikle yabancıların Noel, Paskalya gibi özel günlerinde hep yurt dışında olurdum.
GAZİNOLAR KAPANINCA
Sermet Bey, kariyerinizin kırılma noktası neresiydi?
TRT’de, ilk televizyon programımın yayınlandığı akşamın sabahında, Vasfi Rıza Zobu’dan bir telefon aldım. Dedi ki “Seni izledim, çok beğendim ama bence bir kusurun var; gösteriyi yaparken hiç konuşmuyorsun. Türkiye’nin her yanından insan seni izliyor. Hepsine hitap edebilmek istiyorsan, gösterini konuşarak yapmalısın.” Vasfi Bey’in öğüdünü tuttum ve bu şekilde çok daha fazla kişiye hitap eder hale geldim. Bu birincisiydi… İkinci kırılma noktası ise gazinoların kapanmasıyla oldu. 1980 yılında altı ay boyunca Olimpiyat Sirki ile turne yaptık, döndüğümde gazinolar neredeyse yok olmuştu. Böylece ülkede bir kültür değişimi başladı. O dönemde Metin Alp’in teşvikiyle ‘kız kesme’, ‘kız uçurma’ gibi daha büyük oyunlar yapmaya karar verdim. Böylece Kervansaray Gazinosu defterini kapattım, Safiye Ayla’nın evinin altındaki alanı atölyeye çevirdim, aletlerimi imal etmeye ve turnelerle farklı gösteriler yapmaya başladım.
Mesleğinize hala devam ediyorsunuz ve geçen 53 senede popülaritenizden hiçbir şey kaybetmediniz. Siz meslektaşlarınızdan ayıran özelliğiniz neydi?
Her şeyden önce hayatım Zati Sungur gibi bir duayenle birlikte geçti. Yıllar boyunca her akşam iş çıkışı Zati Bey’e mutlaka uğradım. Beraber mesleğimizle ilgili yabancı videoları izler, yapılan oyunları çözmeye çalışırdık. Kendimi geliştirmekten asla vazgeçmedim. Bu arada yine Zati Bey’in yönlendirmesiyle sahnede kullandığım çoğu aleti kendim yapar hale geldim. Zati Bey’in sahneyi bıraktığı ve benim sahneye çıkmaya başladığım o dönemde pek çok kişi bu işe soyundu. Ancak hepsi ‘Ben sihirbazım, fal bakıyorum, geçmişi biliyorum, geleceği görüyorum’ diyerek şarlatanlık yolunda gösteriler yapıyordu. Beni diğerlerinden ayıran, illüzyonu bir sanat olarak görmem ve mesleğime çok değer vermem oldu. Hep araştırdım, yurt içinde ve yurt dışında yayınlara, dergilere abone oldum ki şu anda illüzyonla ilgili en büyük koleksiyon da bende. İnsanlara, özellikle de çocuklara, illüzyonun aslında bir göz yanılması, algı yanılgısı olduğunu anlattım hatta bu konuda, TRT’de çocuklara yönelik seri bir program yaptım. Bu programda önce onlara bir gösteri sundum, sonra da evdeki malzemelerle yapabilecekleri küçük oyunlar öğrettim. Böylece çocuklar, illüzyonun içinde fizik, kimya, matematik gibi bilimleri içeren bir sanat dalı olduğunu öğrenmiş oldu.
Sizi sahnede çok zorlayan bir an oldu mu?
Olmaz olur mu, hem de kaç kere oldu… İlk aklıma gelen Hopa’da başımıza gelen bir olay. Sahnede bana eşlilik eden eşim o dönem sağlık sorunları yaşıyordu. Hopa turnesinde dedim ki “Kendini çok yorma. Sen sadece şarkını söyle, kız kesme oyununa başka birisini bulalım.” Araştırdık, soruşturduk, orada bir büfecinin kızı varmış. Babasından izin aldık, kızla da anlaştık. Program başladı, kız kesme oyununda biz kutuyu kesmeye başladık, tam oyunun en heyecanlı yerinde birden iki el silah patladı. Hemen kaçıştık, ortalık bir karıştı… Meğerse kızın sevgilisi varmış, kızı gerçekten kesiyoruz zannetmiş, kuşanmış silahını gelmiş. Neyse sonra anlattık da tatlıya bağladık.
İllüzyon sanatçısı olarak sahne alırken bir de tiyatro kurmuşsunuz…
Sahnede bana eşlik eden eşim Nuray oğlumuza hamile kalınca, bu görevi yapamaz oldu. Bir gün tiyatrocu ablamız Fethiye Sezer, “Ee Sermet, Nuray da artık sahneye çıkamaz. Sen ne yapacaksın?” diye sordu. Ben de “Fethiye Abla, tiyatro kurup seni de başrolde oynatacağım” dedim. Gel zaman git zaman bu şaka gerçek oldu ve ben kendi adımı taşıyan tiyatroyu kurdum. Bir sezonda iki oyun oynadık, böylece adım Türk tiyatro tarihine de yazılmış oldu.
ÇOK YÖNLÜ KİŞİLİK
Son derece renkli ve şanslı bir çocukluğunuz olmuş. Bu kadar çok yönlü bir insan olmanızda bunun etkisi vardır mutlaka...
Safiye Ayla beni elimden tutup radyoya, konserlere götürürdü. Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Perihan Altındağ Sözeri, Fahriye Caner, Feriha Tunceli gibi çok büyük isimleri tanıdım; onlar sayesinde Türk sanat müziği zevkim başladı. Zati Bey’in en yakın arkadaşı olan; İstanbul Konservatuvarı’nın ve İstanbul Operası’nın kurucularından ünlü viyolonist ve koro şefi Muhittin Sadak sayesinde opera ve bale zevkim başladı. Safiye Hanım’ın en yakın arkadaşı olan, ülkemizin ilk kadın Türk halk müziği solisti Zehra Bilir’i tanımakla halk müziği zevkim başladı. Zaten tiyatro ve radyodaydım, Bedia Muvahhit, Vasfi Rıza Zobu, Şaziye Moralı gibi Türkiye’nin en büyük isimleriyle çalıştım. Hem ortaokulda hem lisede çok iyi resim öğretmenlerinin öğrencisi olmam, resimdeki yeteneğimin gelişmesinde çok etkili oldu. Bu anlamda gerçekten de çok şanslı bir insanım.
Yüzlerce resminiz var… Ne zamandır resim sanatıyla uğraşıyorsunuz?
İlkokuldan beri resim yaparım ama bundan 4 yıl önce kızım Nazlı, bana Babalar Günü hediyesi olarak bir tuvaller ve boyalar getirdi. Öylece başladım, çok da hoşuma gitti. Şimdi yüzlerce eserim oldu. Geçen sene Barış Manço Kültür Merkezi’nde bir sergi açtık, çok beğenildi. Bu sene de bir sergi planımız var.
Eviniz adeta bir kütüphane… Kitaplara olan bu tutku nereden kaynaklanıyor?
Babam, okumayı çok severdi. Bana da bunu aşıladı ama kitap tutkumda esas olarak, son derece entelektüel bir kadın olan ilkokul öğretmenimim etkisi çok büyüktür. Yedi yaşında ilk karne harçlığımla aldığım Lessi adlı kitapla başlayan tutkum hala devam ediyor. Ayrıca, ortaokuldan itibaren tiyatro kitapları okumaya ve biriktirmeye başladım. Tiyatro kurduğum dönemde de piyes bulmanın ne kadar zor olduğunu, arşivlerdeki piyeslerin çok yetersiz kaldığını görünce bu arşivi kendim oluşturmaya karar verdim. Şu anda 11 bin eserden oluşan bir piyes arşivim var.
Başka koleksiyonunuz var mı?
Bin 146 adet tasvirden oluşan Karagöz tasvirleri koleksiyonum ve plaklarım var. Muzaffer Akgün, Zehra Bilir, Nezahat Bayram, Ahmet Sezgin, Safiye Ayla, Nurinisa Toksöz, Yıldız Ayhan, Suzan Yakar, Mustafa Sağyaşar, Suzan Güven ve Hamiyet Yüceses’in taş plak dahil yaptıkları bütün albümler eksiksiz olarak mevcut. Ayrıca, Zati Bey’den bana intikal eden oyunlardan oluşan bir koleksiyonum da var. Hala sahnede kullandığım şemsiye oyunum, dünyada eşi olmayan ateş oyunum, bilardo sehpası, kendi sahnesinde kullandığı baraj oyunu, Zati Bey’in top oyunu… Hepsi bende.
NASIL ARANDI: #Kocaeli Life # kasım # Sermet Erkin # illüzyonist # sanat