Edebiyat…
Sürekli, belki de anlamını bilmeden söylediğimiz bu kelimenin anlamı ne?
Hani Türkçe ile edebiyat karıştırılıyor ya, işin aslı öyle değil aslında. “E, o zaman nedir bu edebiyat?” diye soracak olursanız, edebiyat; olay, düşünce, duygu ve hayalleri dil aracılığı ile estetik bir şekilde ifade etme sanatıdır.
Aslında, içtenliktir, samimiyettir, huzurdur edebiyat…
Çünkü insan, kelimeleri anlamlandırmaya başlar, anlamlandırdıkça kitap okuma isteği artar, kitap okuma isteği arttıkça, bu eylemi her yaptığında mutlu olur.
Kısaca, edebiyat mutluluktur.
Anlata anlata bitiremeyeceğimiz bu güzel sanat, bize birçok iyi yazar tanıtmıştır. İşte onlardan biri, Sabahattin Ali…
Bence, anlatım biçimi çok güzel, kişiyi sıkmadan, yormadan anlatıyor hikâyeyi. En son, “Kürk Mantolu Madonna” adlı kitabını okudum. Her kitabı gibi o da çok güzeldi.
Fark ettim ki, Sabahattin Ali gibi yazarların kitaplarını yıllar eskitmiyor. Bunun nedeni, kullandıkları dil ve gerçek samimiyetleri olsa gerek. Kendisine ve kitaplara duyulan sevginin hiçbir zaman eskimeyeceği değerli yazarın kızı Filiz Ali ile bir röportaj yaptım efendim.
Röportaja geçmeden evvel bir Sabahattin Ali sözünü aktarmak istiyorum sizlere, “Dünyaya herkes alnında yazanı yerine getirmek için gelirmiş. Ben de zannediyorum ki sadece âşık olmak; zaman, mekân ve imkân düşünmeden âşık olmak için gelmişim.”
1940'lı yıllarda Ankara'da yaşayan pek çok memur ailesi gibi kendi halinde bir çekirdek aileydik. Anne, baba ve çocuk. Babam yeni kurulan Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro ve Opera bölümlerinde öğretmendi. Her iki bölümün derslerine, sahne provalarına, Tatbikat Sahnesi'ndeki temsillere, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerine beni de götürür, ben de büyük bir merak ve hayranlıkla olup biteni izlerdim. İlk sanat ve müzik eğitimim böyle başladı sanırım. İç içe üç odalı evimizin duvarları kitaplıkla kaplıydı. Babamın koltuğunun altında daima bir kitap olur, her boş saniyesinde kitap okumaya başlardı. Kitapçıları birlikte gezerken benim çocuk kitapları ve dergileri ile kaynaşmama imkân verirdi. Kitap ve okuma sevgim de böyle gelişti. Dostlarla birlikte çıkılan doğa yürüyüşlerinde pikniklerde ben babamın sırtında gezer, etrafı yükseklerden izlerdim. Doğayı sevmeyi de babamdan öğrendim. Yüzmeyi, kürek çekmeyi, balık tutmayı da bana öğreten babamdı. Kısaca beni her bakımdan hayata hazırlayarak gitti bu gezegenden babam. Onun kızı olmak, çok gurur verici bir duygu. Aynı zamanda da hüzün verici bir duygu. Onu, 11 yaşında kaybeden bir çocuk olma gerçeğini ve hüznünü hiçbir zaman kaybetmedim.
Sorunuzda bahsettiğiniz özellikleri mutlaka vardı babamın. Ama az değil çok konuşan biriydi. Yakın arkadaşlarından Mediha Berkes onun için ‘Benim için Sabahattin her zaman bulunduğu yeri ilginç kılan bir kişiliğe sahipti. Son derece hazırcevaptı. Şakacılığı, muzipliği, zekâsı çarpıcıydı’ diyor. Almanya’ya birlikte gönderilen öğrencilerden Melahat Togar da ‘Koltuğunun altında her zaman kitaplar vardı. Alman edebiyatı ve dolaylı yoldan yani Almanca üzerinden Rus edebiyatına, dünya edebiyatına dalmıştı’ diyor. Sabahattin Ali’yi yakından tanımak istiyorsanız eğer, ilk yayını 1979, ikinci yayını YKY 2014 olan ‘Sabahattin Ali Anılar, İncelemeler, Eleştiriler’ kitabını edinmenizi tavsiye ederim.
Babam hayattayken tanınmış ve beğenilmiş bir yazardı. Siyasi bir suikasta kurban edildikten sonra ise o ve eserleri, tam 15 yıl unutturulmak istendi. Eserleri yayınlanmadı. Annem ve ben, Sabahattin Ali’nin karısı ve kızı olarak sürekli takip altındaydık. Onun ölümünün üzerinden 70 yıl geçtikten sonra bu kadar çok okunması ve sevilmesi bence ilahi adaletin tecellisidir. Sabahattin Ali, çok iyi bir yazar olduğu için eskimedi ve yeni kuşaklar onu tanıdıktan sonra çok sevdi.
Babam kitap kurduydu. Sürekli, her koşulda kolunun altında her zaman bir kitap olurdu. Ondan ilk önce okuma zevkini, sonra da kitap sevgisini öğrendim. Bugün de başucumda her zaman en az birkaç kitap olur. Ben de onun gibi her konuya meraklıyım; hikâye, roman, biyografi, tarih, siyaset, doğa, tabii ki müzik ve sanatın her kolu vb.
Kürk Mantolu Madonna’yı ilk kez okuduğumda 14-15 yaşlarındaydım. Kendisinin kitaplarını okumam ve onlar hakkında yorum yapmam babamın hoşuna gidiyordu. Ancak ‘Kürk Mantolu Madonna’yı babam hayattayken okumamıştım. İlk okuduğumda, kitabı çok anlamamıştım. Çok gençtim. Onu sevmiştim. Berlin sokakları hakkında olan kısımları, sokakları, botanik bahçelerini… Fakat aşk hikâyesiyle pek de ilgili değildim. Bu hikâyeyi ancak büyüdükten, hatta evlendikten ve iki çocuğum olduktan sonra tam manasıyla anlayabildim. Bugünse, kitaba her geri döndüğümde onda yeni bir şey buluyorum.
Babam, Türkiye’deki ilk Devlet Konservatuarı’nda öğretmendi. Küçük yaşta klasik müzikle, opera, tiyatroyla tanıştım ve iç içe yaşadım. Ankara Radyosu Çocuk Saati Korosu’nda şarkı söyledim. Babam öldürüldükten sonra konservatuar sınavına girdim ve kazandım. Hayatım böylece müzikle devam etti.
Ferhat Göçer’in oyunu, iyi bir dramaturji ile babama ait metinler üzerine inşa edilmiş. Şarkıların çoğu, zaten bilinen şarkılar ama Göçer, bazılarını değiştirerek yorumluyor ve gayet de başarılı oluyor.
Müzik, sınırı olmayan, sınırsız güzellikleri içinde barındıran, kimi zaman şiirden, kimi zaman resim sanatının renklerinden, kimi zaman doğanın içindeki bin bir çeşit ritimden yararlanan bütüncül bir sanat türüdür. Müzik, insan hayatının parçasıdır.
Müzik dünyası bu zaman zarfında hem yurtdışında hem de yurtiçinde “sanat dünyasından” “gösteri dünyasına” doğru hızlı bir değişim yaşadı. Örneğin Alfred Brendel tarzındaki piyanistlerin yerini Lang Lang gibi piyanistler aldı. Yani iç dünyanın yerini dış dünya kapladı. Opera sanatçıları görünüşlerine daha çok önem vermeye başladılar. Kilo verdiler, konserlerinde dünyaca ünlü modacıların gösterişli kostümlerini giymeye özen gösterdiler. Erkekler saç modellerini değiştirip, tişört ve blucin giyerek seksi pozlar verdiler, parlak dergilerin kapaklarında boy gösterdiler. Çağdaş, güncel besteciler, ya kolay anlaşılır, kulakta kalıcı, kimseyi rahatsız etmeyen eserler vermeye yöneldiler ya da tam tersi izleyiciyi ve dinleyiciyi şoke edecek, şaşırtacak performans denemelerine giriştiler. Sözünü ettiğim akımların dışında kalmaya kararlı sanatçılar belki büyük resmin içinde yer almıyorlar gerçi ama samimiyetle sanatı ön planda tutan müzisyenler de az değil ve onların değeri mutlaka er veya geç anlaşılacak.
Ülkemizde akademik anlamda bilimsel müzikoloji alanında inceleme ve araştırmalarıyla ciddiye alabileceğimiz, yurtiçinde ve yurtdışında yayın yapmış üç isim sayabiliriz: Mahmut Ragıp Kösemihal, Cevat Memduh Altar ve Gültekin Oransay. Her üç değerli bilim adamı da çoktan Allah’ın rahmetine kavuştu. Konservatuarlarımızda müzikoloji eğitimi uzun yıllar ihmal edildi. Yurtdışına müzikoloji ve etno-müzikoloji disiplinlerini öğrenmeye öğrenci gönderilmedi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne bağlanan İstanbul Devlet Konservatuarı başta olmak üzere birkaç üniversitede müzikoloji bölümü kuruldu. Ne var ki bu bölümlerde ders verecek yeterli kalifiye öğretim görevlisi henüz yetişmemiş olduğundan sıkıntı yaşandı. Üniversiteler yayın yapmayınca bu boşluğu uzun süre amatör müziksever yazarlar doldurdu. Son 20 yılda yetişen az sayıda genç müzikoloğun çalışmaları sanırım bu boşluğu yakın zamanda dolduracaktır.
Ben, babamın bütün eserlerini severim. “En…” diye ayırmam onları.
Benim yeni kuşaklardan beklediklerim var. Kitap okusunlar, dünyadaki birbirinden güzel yazarların eserlerini merak etsinler. O eserler gençlerin hayal dünyasını besler, hayal etmek ise insanları geliştirir, kendilerini, dünyayı, doğayı merak etmelerini ve keşfetmelerini sağlar. Güzel sanatlara ilgi duysunlar, resmi, heykeli, mimariyi, güzel olan her şeyi merak etsinler. Yaşadıkları her ânın kıymetini bilsinler, bir dakikalarının bile boşa harcanmasının onları ot gibi yaşamaya zorlayacağının bilincine varsınlar.
NASIL ARANDI: #filiz ali # sabahattin ali # baba kız # kürk mantolu maddona # yazar # edebiyat # kitap # kocaeli # izmit