Hazırlayan: Dr. Arda SÜAR
Birkaç yıldır Kocaeli Life sayfalarında gezi yazısı yazmadım çünkü kayda değer, paylaşılması anlamlı seyahatlerimiz pek olmadı. Eşimle yaptığımız Bosna Hersek seyahatini değişik duygular içinde, yaklaşık 4 ay gecikmeli bir şekilde kaleme alıyorum. Zira bu mazlum ve güzel ülkede geçirdiğimiz günlerde duygular arasında öylesine hızlı geçişler ve ruh halimizde iniş çıkışlar yaşadık ki tarifi çok zor.
Bosna Hersek Cumhuriyeti’ne Türk vatandaşları vizesiz seyahat edebiliyor. Uçak biletleri de makul seviyelerde; hele ki bizim gibi ucuzluk yakaladığı zaman bu fırsatı kaçırmak istemeyenlerdenseniz, 1 euro + vergiler şeklindeki kampanyaları yakalarsanız, çok ucuza seyahat edebilirsiniz. Yurt dışı tatillerinde AirBnb konaklamalarını tercih ediyoruz ve bu sefer de aynı şekilde yaptık. Ayrıca havalimanında 10 günlük yaklaşık 300 euro maliyetle full kaskolu ve kilometre sınırı olmayan otomatik vitesli sedan arabamızı kiraladık ve navigasyonu açarak evimizin yolunu tuttuk. Yaklaşık yarım saatte varmıştık. AirBnb hizmet bedeli dahil 10 günlük konaklama için (wi-fi, klima ve otopark yeri dahil bir ev) 8.000 TL ödedik. Yazının sonunda değineceğim yemekler konusunda da fiyatları göz önüne alınca; Bosna’da gezmek; ülkemizde evde durmaktan daha ucuz.
Şehir merkezinden yürüyerek 8–10 dakika mesafedeki evimiz gayet güzeldi. Bosna insanının sıcakkanlılığını ve Türklere olan sevgisini daha kente girer girmez ev sahibimizle yaşadık. Aslında araba kiralarken de benzer bir sıcaklığı görmüştük. Ev sahibimiz bize küçük bir kitapçık verdi. Saraybosna’da görülmesi gereken yerleri içeren bir bilgilendirme dokümanı. Gerçi biz hazırlıklı gitmiştik, gezilecek yerler ve çok daha fazlası zaten listemizdeydi.
Çok kültürlü bir başkent
Saraybosna’da en çok dikkat çeken şey; kentin üç temel kültürden izleri bir arada taşıması ve yaşam pratiklerinde bunları size deneyimletmesi. Türk – İslam kültürü, Rus – Slav kültürü ve Avusturya kültürü. Yugoslavya döneminden kalan izler baskın bir Sovyet mimarisini size sunuyor. Brutalist mimari seven bizim gibi kişiler için mart ayının kapalı havasında insanı kendinden geçirecek derecede Doğu Avrupa nostaljisi hissi bedeninizi sarıyor.
Osmanlı döneminden kalma tarihi eserlerle her an her yerde karşılaşıyorsunuz. Bu tarihi mimari eserlerin yoğunlaştığı Başçarşı denilen bölgede kendinizi 19. yüzyılın Osmanlı kentlerinde gibi hissediyorsunuz. Eşimin tarifiyle “eski romanlarda betimlendiğinde hayalimde canlanan Bursa tasviri” gibi. O mimari incelikler, kentin doğal dokusu olan dağlarla çevrili bir ovadaki minarelerin birer süs gibi görünüşü, tepelek yerlerdeki dağınık, alçak Osmanlı mimarisi evler… İlber Ortaylı hocanın “ben kendime gelmek için iyi hissetmek için Saraybosna’ya giderim” cümlesinin ne anlama geldiğini yaşayarak anlıyorsunuz.
******
Bosna bölgesi Osmanlı’dan koparıldığında Avusturya İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş. O dönem yaklaşık 100 sene civarında sürmüş. O devrin etkisiyle kentte tıpkı klasik Avusturya şehirlerindeki gibi yaygın bir kafe kültürü var. Kapalı mekanlarda sağlığa zararlı olan tütün ürünlerini rahatça içebilmenin ne güzel bir his olduğunu uzun yıllar sonra yaşamak da bu kafe kültürünü her gün mutlaka işler için bilgisayar başına geçtiğimde benim için son derece keyifli bir rutin haline getirdi (tütün ve tütün ürünleri sağlığa zararlıdır).
Ülkede çay içme diye bir kültür yok. Sohbet ettiğimiz kişiler çayın bu coğrafyada sadece hastayken içilen bol limonlu meyve çayı olduğunu; aslolan içeceğin kahve olduğunu söyledi. Allah’tan bir Türk marketi bulduk da sallama çay alarak akşamları evde boğazımızı kurumaktan kurtardık. Kahve olarak elbette Türk kahvesi en yaygın içecek ancak espressonun da en az Türk kahvesi kadar popülaritesi var.
Hüzünlü ve yaralı bir şehir
İnsanı doğrudan depresyona sürükleyecek 90’lardaki vahşi soykırımın izleri şehir hayatının içinde yer alıyor. Birçok binanın üzerinde onlarca, yüzlerce kurşun deliği hala duruyor. Çoğu insan o yılların acısını unutmamak, yaşananları hatırlamak ve genç nesillere hatırlatmak için bu izlerin onarılmasına karşı çıkıyor. Bence de çok doğru bir yaklaşım. Zira unutursanız, başınıza yeniden gelir. Saraybosna başta olmak üzere Yugoslavya dağıldığında ülke genelinde Boşnaklara öylesine gaddar ve cani bir şekilde, Sırplar tarafından planlı programlı ve batılıların neredeyse gözetimi ve denetimi altında bir soykırım, toplu tecavüzler ve türlü eziyetler yapıldı ki insanın bütün bunların üzerinden sadece 30 sene geçmiş olduğunu anlaması çok güç.
Şehirdeki savaş döneminden kalma bir diğer romantik izler silsilesi de Bosna Gülleri. Saraybosna’nın yoğun bir kuşatma altında inim inim inlediği günlerde şehre yapılan top atışları sokaklarda derin çukurlar ve etrafında şarapnellerin etkisiyle daha küçük bir sürü çukurcuk yaratmış. Bu binlerce izi de tıpkı binalardaki kurşun izleri gibi milli acıların unutulmaması için tutan Bosnalılar, bu çukurları kırmızı renkte boyayarak, gül motifi haline getirmiş. Şehrin en işlek yürüme caddesinde bir anda önünüzde, yerde bu izleri görüyorsunuz. Üzerine basarak geçen ve bunu fark bile etmeyenlere öfkeyle bakarken, bir yandan da bu patlama neticesinde kadın, çocuk, yaşlı kimler oracıkta can verdi diye düşünüp dertlere gark oluyorsunuz. Şehrin gelişmesi ve altyapı – üstyapı çalışmaları kapsamında birçok noktada bu güllerin korunmaması sebebiyle ciddi bir tepki de var. Bu konu insanların bir kısmının gündeminde.
Şehirde iki tane sabit soykırım ve savaş müzesi var. Girdiğiniz anda ya benim gibi büyük bir öfke ve nefretle doluyorsunuz ya da eşim gibi ilk andan son ana kadar hüngür hüngür ağlıyorsunuz. Tabii bizim özel de bir durumumuz var. Benim anneannem Boşnak, eşimin annesi Boşnak. O müzelerde yer alan günlük hayata dair eşyalar, adetler, fotoğraflar bize hep ailemizin geçmişinden; çocukluk anılarımızda yer alan karelerden hiçbir farkı olmayan bir his yaratıyor. Büyüklerimiz o topraklar düşmanın eline geçince ana yurtları olan Anadolu’ya göçmeseler; sadece dinimiz ve ırkımız sebebiyle bizler de o katliamın pençesine düşebilirdik.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Saraybosna’da her yerde çiçekçiler vardı. Herkes kadınlara çiçek hediye ediyordu. Bundan 30 sene önce namusuna kadar saldırılmış o kadınları baş tacı etmek için sanki herkes sözleşmiş gibi, o günlerin acılarını taşıyan Boşnak kadınların yaralarını sarmak ister gibiydi.
Kişisel hüzünlü hikayemiz
Bosna Hersek’teki Müslüman Boşnakların lideri olan rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in anıtmezarına bir ziyaret gerçekleştirdik. Anıtmezarın yer aldığı mezarlıkta 90’lı yıllarda soykırımda ölen insanlar da yatıyor. Mezarlıktaki insanların isimlerinin yer aldığı dev panoya bakarken bir anda eşimle birlikte bir şok yaşadık. Eşimin anne tarafının soyadları olan Sucuka (Saraybosna’nın önde gelen çok eski ailelerinden birisi) ve Sokoloviç (Sokollu Mehmet Paşa’nın Bosna’da yaşayan torunları) soyadlarından toplam beş kişinin orada yattığını gördük; soykırım sırasında düşmanla savaşan milis güçler arasında olan ya da sivil olarak saldırılarda ölen akrabalarının mezarlarını bulduk.
Devasa panoda yer alan sıra numaralarına bakarak tek tek mezarların yerlerini aramaya başladık. O esnada başlayan sağanak yağmur ve akabinde bastıran doluya rağmen çamurlara bata çıka eşimin akrabalarının mezarlarını tek tek tespit ettik, fotoğraflarını çektik, dua ettik. Gözyaşlarımız yağan yağmurdan daha şiddetli akarken hikayesi bilinen ancak yeri bilinmeyen akrabaları bulmak hem hüzünlü hem acı hem de değişik bir huzurla kapladı içimizi. Onların ve tüm hayatını kaybetmiş masumların mekanı cennet olsun.
Bosna savaşı çıktığında Saraybosna Üniversitesi’nde son sınıf öğrencisi olan, bir otobüse son dakikada annesi tarafından bindirilerek Türkiye’ye gönderilen ve İTÜ’de tekrardan birinci sınıftan başlayan, eşimin ailesinin yanında kalarak okuyan ve mezun olan kuzeni Elvira ile bir araya geldik. Evlerine gittiğimizde annesi İzzeta teyzemizle buluştuk.
Eşimin çok az Boşnakçası ve İzzeta teyzenin Türkçe bilmemesi sebebiyle Elvira bizlere tercümanlık yaptı. İzzeta teyze çok yaşlı, çok hasta. Gününü salondaki TV karşısındaki yatağında geçiriyor. Geçmişte Türkiye’ye gidip geldiği yıllardan tanıdığı akrabaları eşime soruyor. Eşimin anneannesi, onun kardeşleri, kuzenleri… Kimi sorsa aldığı cevap bir tane akrabamız teyze hariç herkes için “umro”. Yani öldü.
Kadın her seferinde bir duraklıyor, dalıyor. Sonra başka birisini soruyor. Zaman acımasızca farklı coğrafyalarda akıp geçiyor. Herkes ve her şey nihayetinde bir anı olarak kalıyor. İzzeta teyzeyi görüntülü olarak Türkiye’deki kayınvalidemle görüştürdük. Elvira’nın tercümanlığıyla eski birkaç anı yad edildi, değişik ve duygusal anlardı.
Ben ruh halim gereğince biraz sarkastik bir insan olduğumdan mütevellit bu kadar yoğun duygusal anlar üzerine epey bir darlandım. Eşim ve Elvira mutfaktayken salonda birlikte oturduğumuz İzzeta teyze bana eşimin ailesinden birkaç ismi söyledi. Anladım ki onlar hakkında havadis istiyor. Zaten çok yaşlı ve zor konuşan birisi, ağzından bir isim çıktığında biz anlıyoruz ve o kişi hakkında malumat veriyoruz.
Bende Boşnakça yok, teyzemizde Türkçe yok. Bir isim söyledi, ben baktım. Bir tane daha söyledi. Hiç duymadığım isimler olduğuna göre eskilerdendir bu isimler ve herhalde göçüp gitmişlerdir diyerek “umro, umro” dedim. Mutfaktan gelen eşim ve Elvira’ya durumu anlattım, çok güldüler. Allah’tan o kişiler gerçekten umroymuş. O günden beri “umro umro” bizim günlük lugatımıza “dewamke” benzeri bir anlamla girdi.