Hazırlayan: Dr. Arda SÜAR
Birkaç yıldır Kocaeli Life sayfalarında gezi yazısı yazmadım çünkü kayda değer, paylaşılması anlamlı seyahatlerimiz pek olmadı. Eşimle yaptığımız Bosna Hersek seyahatini değişik duygular içinde, yaklaşık 4 ay gecikmeli bir şekilde kaleme alıyorum. Zira bu mazlum ve güzel ülkede geçirdiğimiz günlerde duygular arasında öylesine hızlı geçişler ve ruh halimizde iniş çıkışlar yaşadık ki tarifi çok zor.
Bosna Hersek Cumhuriyeti’ne Türk vatandaşları vizesiz seyahat edebiliyor. Uçak biletleri de makul seviyelerde; hele ki bizim gibi ucuzluk yakaladığı zaman bu fırsatı kaçırmak istemeyenlerdenseniz, 1 euro + vergiler şeklindeki kampanyaları yakalarsanız, çok ucuza seyahat edebilirsiniz. Yurt dışı tatillerinde AirBnb konaklamalarını tercih ediyoruz ve bu sefer de aynı şekilde yaptık. Ayrıca havalimanında 10 günlük yaklaşık 300 euro maliyetle full kaskolu ve kilometre sınırı olmayan otomatik vitesli sedan arabamızı kiraladık ve navigasyonu açarak evimizin yolunu tuttuk. Yaklaşık yarım saatte varmıştık. AirBnb hizmet bedeli dahil 10 günlük konaklama için (wi-fi, klima ve otopark yeri dahil bir ev) 8.000 TL ödedik. Yazının sonunda değineceğim yemekler konusunda da fiyatları göz önüne alınca; Bosna’da gezmek; ülkemizde evde durmaktan daha ucuz.
Şehir merkezinden yürüyerek 8–10 dakika mesafedeki evimiz gayet güzeldi. Bosna insanının sıcakkanlılığını ve Türklere olan sevgisini daha kente girer girmez ev sahibimizle yaşadık. Aslında araba kiralarken de benzer bir sıcaklığı görmüştük. Ev sahibimiz bize küçük bir kitapçık verdi. Saraybosna’da görülmesi gereken yerleri içeren bir bilgilendirme dokümanı. Gerçi biz hazırlıklı gitmiştik, gezilecek yerler ve çok daha fazlası zaten listemizdeydi.
Çok kültürlü bir başkent
Saraybosna’da en çok dikkat çeken şey; kentin üç temel kültürden izleri bir arada taşıması ve yaşam pratiklerinde bunları size deneyimletmesi. Türk – İslam kültürü, Rus – Slav kültürü ve Avusturya kültürü. Yugoslavya döneminden kalan izler baskın bir Sovyet mimarisini size sunuyor. Brutalist mimari seven bizim gibi kişiler için mart ayının kapalı havasında insanı kendinden geçirecek derecede Doğu Avrupa nostaljisi hissi bedeninizi sarıyor.
Osmanlı döneminden kalma tarihi eserlerle her an her yerde karşılaşıyorsunuz. Bu tarihi mimari eserlerin yoğunlaştığı Başçarşı denilen bölgede kendinizi 19. yüzyılın Osmanlı kentlerinde gibi hissediyorsunuz. Eşimin tarifiyle “eski romanlarda betimlendiğinde hayalimde canlanan Bursa tasviri” gibi. O mimari incelikler, kentin doğal dokusu olan dağlarla çevrili bir ovadaki minarelerin birer süs gibi görünüşü, tepelek yerlerdeki dağınık, alçak Osmanlı mimarisi evler… İlber Ortaylı hocanın “ben kendime gelmek için iyi hissetmek için Saraybosna’ya giderim” cümlesinin ne anlama geldiğini yaşayarak anlıyorsunuz.
******
Bosna bölgesi Osmanlı’dan koparıldığında Avusturya İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş. O dönem yaklaşık 100 sene civarında sürmüş. O devrin etkisiyle kentte tıpkı klasik Avusturya şehirlerindeki gibi yaygın bir kafe kültürü var. Kapalı mekanlarda sağlığa zararlı olan tütün ürünlerini rahatça içebilmenin ne güzel bir his olduğunu uzun yıllar sonra yaşamak da bu kafe kültürünü her gün mutlaka işler için bilgisayar başına geçtiğimde benim için son derece keyifli bir rutin haline getirdi (tütün ve tütün ürünleri sağlığa zararlıdır).
Ülkede çay içme diye bir kültür yok. Sohbet ettiğimiz kişiler çayın bu coğrafyada sadece hastayken içilen bol limonlu meyve çayı olduğunu; aslolan içeceğin kahve olduğunu söyledi. Allah’tan bir Türk marketi bulduk da sallama çay alarak akşamları evde boğazımızı kurumaktan kurtardık. Kahve olarak elbette Türk kahvesi en yaygın içecek ancak espressonun da en az Türk kahvesi kadar popülaritesi var.
Hüzünlü ve yaralı bir şehir
İnsanı doğrudan depresyona sürükleyecek 90’lardaki vahşi soykırımın izleri şehir hayatının içinde yer alıyor. Birçok binanın üzerinde onlarca, yüzlerce kurşun deliği hala duruyor. Çoğu insan o yılların acısını unutmamak, yaşananları hatırlamak ve genç nesillere hatırlatmak için bu izlerin onarılmasına karşı çıkıyor. Bence de çok doğru bir yaklaşım. Zira unutursanız, başınıza yeniden gelir. Saraybosna başta olmak üzere Yugoslavya dağıldığında ülke genelinde Boşnaklara öylesine gaddar ve cani bir şekilde, Sırplar tarafından planlı programlı ve batılıların neredeyse gözetimi ve denetimi altında bir soykırım, toplu tecavüzler ve türlü eziyetler yapıldı ki insanın bütün bunların üzerinden sadece 30 sene geçmiş olduğunu anlaması çok güç.
Şehirdeki savaş döneminden kalma bir diğer romantik izler silsilesi de Bosna Gülleri. Saraybosna’nın yoğun bir kuşatma altında inim inim inlediği günlerde şehre yapılan top atışları sokaklarda derin çukurlar ve etrafında şarapnellerin etkisiyle daha küçük bir sürü çukurcuk yaratmış. Bu binlerce izi de tıpkı binalardaki kurşun izleri gibi milli acıların unutulmaması için tutan Bosnalılar, bu çukurları kırmızı renkte boyayarak, gül motifi haline getirmiş. Şehrin en işlek yürüme caddesinde bir anda önünüzde, yerde bu izleri görüyorsunuz. Üzerine basarak geçen ve bunu fark bile etmeyenlere öfkeyle bakarken, bir yandan da bu patlama neticesinde kadın, çocuk, yaşlı kimler oracıkta can verdi diye düşünüp dertlere gark oluyorsunuz. Şehrin gelişmesi ve altyapı – üstyapı çalışmaları kapsamında birçok noktada bu güllerin korunmaması sebebiyle ciddi bir tepki de var. Bu konu insanların bir kısmının gündeminde.
Şehirde iki tane sabit soykırım ve savaş müzesi var. Girdiğiniz anda ya benim gibi büyük bir öfke ve nefretle doluyorsunuz ya da eşim gibi ilk andan son ana kadar hüngür hüngür ağlıyorsunuz. Tabii bizim özel de bir durumumuz var. Benim anneannem Boşnak, eşimin annesi Boşnak. O müzelerde yer alan günlük hayata dair eşyalar, adetler, fotoğraflar bize hep ailemizin geçmişinden; çocukluk anılarımızda yer alan karelerden hiçbir farkı olmayan bir his yaratıyor. Büyüklerimiz o topraklar düşmanın eline geçince ana yurtları olan Anadolu’ya göçmeseler; sadece dinimiz ve ırkımız sebebiyle bizler de o katliamın pençesine düşebilirdik.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Saraybosna’da her yerde çiçekçiler vardı. Herkes kadınlara çiçek hediye ediyordu. Bundan 30 sene önce namusuna kadar saldırılmış o kadınları baş tacı etmek için sanki herkes sözleşmiş gibi, o günlerin acılarını taşıyan Boşnak kadınların yaralarını sarmak ister gibiydi.
Kişisel hüzünlü hikayemiz
Bosna Hersek’teki Müslüman Boşnakların lideri olan rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in anıtmezarına bir ziyaret gerçekleştirdik. Anıtmezarın yer aldığı mezarlıkta 90’lı yıllarda soykırımda ölen insanlar da yatıyor. Mezarlıktaki insanların isimlerinin yer aldığı dev panoya bakarken bir anda eşimle birlikte bir şok yaşadık. Eşimin anne tarafının soyadları olan Sucuka (Saraybosna’nın önde gelen çok eski ailelerinden birisi) ve Sokoloviç (Sokollu Mehmet Paşa’nın Bosna’da yaşayan torunları) soyadlarından toplam beş kişinin orada yattığını gördük; soykırım sırasında düşmanla savaşan milis güçler arasında olan ya da sivil olarak saldırılarda ölen akrabalarının mezarlarını bulduk.
Devasa panoda yer alan sıra numaralarına bakarak tek tek mezarların yerlerini aramaya başladık. O esnada başlayan sağanak yağmur ve akabinde bastıran doluya rağmen çamurlara bata çıka eşimin akrabalarının mezarlarını tek tek tespit ettik, fotoğraflarını çektik, dua ettik. Gözyaşlarımız yağan yağmurdan daha şiddetli akarken hikayesi bilinen ancak yeri bilinmeyen akrabaları bulmak hem hüzünlü hem acı hem de değişik bir huzurla kapladı içimizi. Onların ve tüm hayatını kaybetmiş masumların mekanı cennet olsun.
Bosna savaşı çıktığında Saraybosna Üniversitesi’nde son sınıf öğrencisi olan, bir otobüse son dakikada annesi tarafından bindirilerek Türkiye’ye gönderilen ve İTÜ’de tekrardan birinci sınıftan başlayan, eşimin ailesinin yanında kalarak okuyan ve mezun olan kuzeni Elvira ile bir araya geldik. Evlerine gittiğimizde annesi İzzeta teyzemizle buluştuk.
Eşimin çok az Boşnakçası ve İzzeta teyzenin Türkçe bilmemesi sebebiyle Elvira bizlere tercümanlık yaptı. İzzeta teyze çok yaşlı, çok hasta. Gününü salondaki TV karşısındaki yatağında geçiriyor. Geçmişte Türkiye’ye gidip geldiği yıllardan tanıdığı akrabaları eşime soruyor. Eşimin anneannesi, onun kardeşleri, kuzenleri… Kimi sorsa aldığı cevap bir tane akrabamız teyze hariç herkes için “umro”. Yani öldü.
Kadın her seferinde bir duraklıyor, dalıyor. Sonra başka birisini soruyor. Zaman acımasızca farklı coğrafyalarda akıp geçiyor. Herkes ve her şey nihayetinde bir anı olarak kalıyor. İzzeta teyzeyi görüntülü olarak Türkiye’deki kayınvalidemle görüştürdük. Elvira’nın tercümanlığıyla eski birkaç anı yad edildi, değişik ve duygusal anlardı.
Ben ruh halim gereğince biraz sarkastik bir insan olduğumdan mütevellit bu kadar yoğun duygusal anlar üzerine epey bir darlandım. Eşim ve Elvira mutfaktayken salonda birlikte oturduğumuz İzzeta teyze bana eşimin ailesinden birkaç ismi söyledi. Anladım ki onlar hakkında havadis istiyor. Zaten çok yaşlı ve zor konuşan birisi, ağzından bir isim çıktığında biz anlıyoruz ve o kişi hakkında malumat veriyoruz.
Bende Boşnakça yok, teyzemizde Türkçe yok. Bir isim söyledi, ben baktım. Bir tane daha söyledi. Hiç duymadığım isimler olduğuna göre eskilerdendir bu isimler ve herhalde göçüp gitmişlerdir diyerek “umro, umro” dedim. Mutfaktan gelen eşim ve Elvira’ya durumu anlattım, çok güldüler. Allah’tan o kişiler gerçekten umroymuş. O günden beri “umro umro” bizim günlük lugatımıza “dewamke” benzeri bir anlamla girdi.
Bana Yugoslavya’yı anlatın!
Bosna’da gördüğüm her yaşlıya bugünkü düzenle geçmişteki Tito Yugoslavyasını mukayese ettirdim. Gerek İzzeta teyze, gerek sokakta dev satranç takımı başında her akşamüstü toplanıp kolektif bir şekilde oynayan amcalar… Kimi bulsam hepsine bunu sordum. İstisnasız savaş yıllarını yetişkin bir yaşta görmüş olan; Yugoslavya’nın ihtişamlı yıllarında çocukluk ve gençlik geçirmiş, orta yaşlarındayken savaşla muhatap olmuş herkes eski günleri çok özlediğini söyledi. Şaşırdım. Türkiye’de anlatılan Aliya İzzetbegoviç ve Bosna Hersek anlatısıyla oranın insanları arasındaki algı farkı inanılmazdı.
Özellikle müzelerde çalışan ve çoğu siyasal bilimlerde okuyan gençlerde bu tutum biraz daha farklı. Onlar için Yugoslavya bir masal gibi. Doğduklarında çoktan soykırım bitmişti. Onlar Bosna Hersek Cumhuriyeti’nde doğup büyüdüler ancak aidiyetleri bugünkü devlete ve politik rejimden ziyade dinlerine, milletlerine ve toplumlarına. İşin en ilginç yanıysa hepsinin yeniden bir karışıklık çıkacağı konusunda hemfikir olması ve ‘bu sefer hazırlıksız olmayacağız’ demeleri. Dini aidiyeti daha kuvvetli olanlar Yugoslavya’dan kötü yıllar olarak bahsederken, politizasyonu daha farklı şekilde olanlarda ise bu denli bir reddiye yok.
Yunus Emre Enstitüsü
Bir akşam eve doğru yürürken eski Osmanlı topraklarında hala daha Türklerin ve Müslümanların bir topluluk olarak bulunduğu yerlerde faaliyet gösteren, çok başarılı bir kamu diplomasisi kurumu olan Yunus Emre Enstitüsü’nü görünce, ‘bir girelim’ dedik. Oradaki öğretmenler ve öğrenciler bizi inanılmaz sıcak karşıladı ve resmen bağırlarına bastılar. Birkaç derse iki akademisyen olarak konuk olduk. Türkiye’de üniversite okumak isteyenlere bilgi verdik, Türkiye ve Bosna hakkında görüşlerimizi ve gözlemlerimizi anlattık. Kahkahalarla geçen saatlerin akabinde çocuklarla ve öğretmenleriyle vedalaştık. Ancak eşimin dil bilimi hocası ve dört dilde tercüman olması hasebiyle öğrencilerle bir WhatsApp grubu kurarak Boşnakça – Türkçe kelime ve kavram öğrenme aktivitesi de hala daha hayatımızda devam ediyor.
Ayrıca dikkatimi çeken en önemli şey enstitünün kütüphanesi oldu. Yaklaşık olarak üç bin civarında tamamı Türkçe eserlerden oluşan çok güzel bir kütüphaneleri var. Üstelik benim için de bir mahcubiyet kaynağı oldu. Rafların önüne geldiğimde ekseriyetle belirli bir dünya görüşüne dair kitaplar göreceğimi düşünürken, Türk edebiyat ve düşünce hayatından herkesin külliyatlarını orada görmekten son derece mutlu oldum. Kurumun Türkiye’deki ve Bosna’daki tüm yetkililerine bu satırlarda teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Ayrıca bizimle çok yakından ilgilenen iki öğretmen Medisa Zahiroviç ve Dalila Sebo’yu da tanıdığımız için çok mutlu olduk.
Gezelim görelim
Araba kiralayıp seyahat özgürlüğümüzü dilediğimizce yaşama lüksüne sahip olunca, Bosna’da birçok bölgeye gitme şansımız oldu. Öncelikle en meşhur destinasyonlardan olan Mostar’dan bahsetmek isterim.
Mostar
Soykırım savaşı döneminde yıkılan ve yakın tarihte Türkiye tarafından yeniden inşa edilen tarihi köprüsüyle meşhur olan Mostar; harika bir doğal güzelliğe sahip, tıpkı ülkenin her yeri gibi. Köprünün iki yakası artık tamamen turistik bölge haline gelmiş. Kentte çok güzel cami ve kiliseler de var. Öte yandan şehrin tepesindeki haç ülkedeki kültür – din – milliyet savaşının hala ne derece canlı olduğunu size gösteriyor. Ancak Aliya İzzetbegoviç’in sözleriyle “siz dilediğiniz kadar büyük haçları dağlara dikin, gökyüzüne her baktığınızda hilali göreceksiniz” bu konu esasen kapanmış oluyor. Ülkenin eskileri tarafından “iyi insan, kötü politikacı, ailesi de zaten her şeyi mahvetti” denilen bu adamın bazı sözleri var ki işte böyle konuyu kapatıyor.
Mostar’a, Saraybosna’dan araba yolculuğuyla üç saate yakın bir sürede varıyorsunuz. Navigasyon size 150 kilometre ve 3 saat dediği zaman benim gibi gaflete düşüp “ben 2 saati bulmaz girerim şehre” diye düşünmeyin. Olmuyor, olamıyor. Zira dağları aşan tek gidiş-tek geliş yollarda hele bir de bizim gittiğimiz mevsimdeki gibi yağışlı bir dönemde bu imkansız. Ülkenin yolları tıpkı bizim ‘eski Türkiye’ diye kısaca özetleyebileceğimiz bir halde. Mostar’a gidene kadar araç kullanmak biraz yorucu ancak yol boyunca dağlar, dereler, vadiler, tepeler, ovalar… İnsan hayal bile edemeyeceği doğal güzelliklerin arasında giderken adeta büyüleniyor. Bosna, Balkanlar’ın ve Doğu Avrupa’nın en batısı, Orta Avrupa’nın en güneyi bir coğrafya. Sizi doğal güzellikleriyle adeta sarıp sarmalıyor.
Blagaj Tekkesi
Mostar’a gitmişken bir yarım saat kırk dakika daha devam ederek Blagaj Tekkesi’ne ulaşıyorsunuz. 1500’lerde inşaatına başlanıp 1600’lerde tam anlamıyla bir dini merkez olarak kurulmuş olan ve 1850’lerde yenilenen bu tekke halen daha bir tasavvuf dergahı olarak faaliyet gösteriyor. Bölgenin Müslümanlaşmasında büyük katkıları olmuş bir Bektaşi merkezi. Bir kanyonun en sonunda, dağın dibinde; su kaynağı olan mağaranın yamacında… Bu tarifler bile insanı adeta sihirli bir dünyaymış gibi düşündürüyor değil mi? Az bile kalır. İnsan burada yaşamanın hayalini görür görmez kuruyor. Geçmişte farklı tarikatlara ev sahipliği yapan bu tekkede günümüzde Nakşi alimler bulunuyor.
Bosna Piramitleri
Saraybosna’ya yaklaşık bir buçuk saatlik mesafede yer alan ve insanlık tarihinde büyük değişimler yaratması olası bir yer olan Bosna Piramitleri de mutlaka ziyaret edilmeli. Teknik olarak bilim insanları tarafından piramit olarak kabul edilmeyen, bir dağ ve altındaki mağaralar denilen bir yer. Ancak gidince görüyorsunuz ki bunlar basbayağı piramit. Tarihi dönüştürecek buluntuların kabul görmesi biraz zor oluyor dünyanın her yerinde. İçindeki kanallara girdiğinizde içilebilir harika bir su kaynağı var. Biz şişelenmişini alıp içtik. Bu tünellerde tarihi çok eski taşlar, duvarlarda izler, yazılar var.
Henüz çok yeni bir keşif ve detaylarını da çalışmaları yapanlar hala daha keşfediyor. Ancak bir mağara değil de piramit tüneli olduğuna beni en çok inandıran içerideki iklim oldu. Mağaralarda yer alan koku, nem vb. hiçbir şey yok. İnsan inanılmaz rahat nefes alıyor ve gerçekten farklı bir dinginlik üzerine çöküyor. Bu tip yerlere girdiğimizde onuncu dakika çıkmak isteyen eşim yaklaşık bir saat bu tünellerde vızır vızır dolaştı.
Bunun gerekçesini de piramitlerin yapıldığı yerin; antik çağlar öncesi medeniyetlerin tespit ettiği bir enerji merkezi olmasına yorduk. Zira tarihi çok eski olan tüm piramitler, dini yapılar (Göbeklitepe, Ayasaofya vb.) mutlak ley hatları denilen enerji alanlarına denk düşüyor. Buraya gidip görmekte, belki de insanlık tarihinde büyük değişimler yapması muhtemel yeri ziyaret etmekte fayda var.
Republika Srpska - Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti
Savaştan sonra tesis edilen barış sürecinde Bosna Hersek Cumhuriyeti eşi pek görülmeyen bir siyasal sistemle kuruldu. Ülkedeki üç etnik unsur olan Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar birer kurucu unsur. Bu üç etnik grubun birinci partileri seçimlerden sonra 4 yıllık seçim süreci bitene kadar 8 ay devlet başkanlığı yapıyor. Üçlü konsey denilen bu yapı her seçimde yeniden şekilleniyor.
Ülke bir konfederasyon. İçerisinde Boşnak ve Hırvat Federasyonu olan bir bölge var. Bir de Sırp Cumhuriyeti denilen bir bölge. Bu Sırp Cumhuriyeti bildiğimiz Sırbistan Devleti değil. Bosna Hersek’in içinde bir özerk devlet. Ülkenin nüfusunun yarısından çoğu Müslüman ve Boşnak ancak bu Sırp Cumhuriyeti’nin toprakları ülkenin nüfusunun sadece % 30’u Sırp olmasına rağmen % 51 oranında. Uzatmayalım böyle ilginç bir model var.
Sırp Cumhuriyeti ve Boşnak – Hırvat Federasyonu arasında geçişlerde elbette bir sınır, gümrük vs. yok. Yan mahalle bir anda diğer devlet oluveriyor. Haritayı açıp bakın, zaten bu şekilde bir sınır çizilmesi nasıl mümkün olmuş akıl sır ermiyor. 1994’te ağırlıklı nüfus olan yerleri belirleyip aralarını doldurmuşlar gibi. Siyasal sistem gibi bu coğrafi ayrım da ilginç.
Ancak Boşnak bölgesinden Sırp bölgesine geçtiğinizi bir anda anlıyorsunuz. Bu da çok kolay bir göstergeyle anlaşılıyor. Aksi ve karanlık yüzlü insanlar görüyorsanız etrafta bir anda anlayın ki Sırp tarafındasınız. Bizim yuvarlacık, ay yüzlü, güleç ve mazlum Boşnaklardan şak diye ayrılıyor.
Bir de bu Srpska tarafında her yere kendi devletlerinin ve Sırbistan Devleti bayraklarını asıyorlar. Oysa Boşnaklar Jedna si Jedina adlı milli marşlarına da ismini veren ve bayraklarının da adı olmuş (bir nevi ay yıldızlı demek gibi) sımsıkı sarılıyorlar, bir kültürel ve milli unsur olarak.
Saraybosna merkez
Kentin her yerinde sizi çok güzel mimari eserler selamlıyor. Yazının başında da belirttiğim gibi farklı tarihlerden, farklı kültürlerden eserler; savaş döneminden izler… Estetik ancak sayıları çok da fazla olmayan heykeller. Ve soykırım döneminden kalma hemen her parkın köşesinde minik şehitlikler.
Kentin tarihi eserlerini ve müzelerini listelemeyeceğim çünkü hemen hepsi internette bulunabiliyor. Tümünü bizim yaptığımız gibi doya doya gezmek, her bir detayına zaman ayırarak dolaşmak için üç günlük bir süre yeterli olur. İslam, Hıristiyan, Osmanlı ve Yugoslavya döneminin tarihi tüm binalarını detaylı incelemek için bu süre kafi. Ancak daha hızlı ve turistik bir tur niyetindeyseniz 1 gün bile şöyle bir dolanıp her birine bir girip çıkıp ya da dışarıdan görüp geçmek gayet yeterli. Arabayla bunu yapmanız mümkün değil zira çoğu yayalaştırılmış bölgelerde ve yakınlarında yol üstü araba park etme diye bir olay pek yok.
Kentin yarım saat kadar dışında yer alan Umut Tüneli adlı bir ev var. Soykırım döneminde kent yıllarca kuşatma altındayken Kolar ailesine ait kent merkezi dışındaki bu evin altından kuşatmayı aşmak için bir tünel açılmış. Ev şu an bir müze. Mutlaka gidilip, görülmeli.
Sarı Kale olarak da bilinen Saraybosna Kalesi gün batımında harika bir manzara size sunuyor. Tüm şehri coğrafyasıyla birlikte kalenin tepesinden izlemek çok keyifli.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç mevzusu kabul edilen 28 Haziran 1914 yılındaki Arşidük Franz Ferdinand cinayeti de Saraybosna’da işlendi. Suikastın olduğu noktayı görmek ve yanındaki müzeyi gezmek mümkün. Ancak buradaki Bosna tarihi müzesi ABD tarafından fonlanmış. 1. Dünya Savaşı’nda, Almanya – Avusturya – Osmanlı ittifakına dair o dönemin propaganda ürünlerinin tümünde her ne hikmetse Türk Bayrağı olan yerler tam da camekanın tersinde, görülmeyecek yerde kalmış. Kısmet işte…
Başçarşı Osmanlı Sebili mutlak görülmesi gereken bir yer. Etrafındaki yüzlerce güvercin o kadar güzel ehlileşmiş ki elinize bir avuç yem alıp duruyorsunuz ve kolunuza, kafanıza, omzunuza birden konuyor ve elinizden yem yiyorlar. Kuşları sevenler için çok güzel bir aktivite oluyor. Üzerimde yedi adet güvercinle çok mutlu anlar yaşadım.
Kentin ana yürüyüş caddesinin Başçarşı’ya doğru uzanan girişinde Sönmeyen Ateş Anıtı var. Soykırımda öldürülenler için yapılmış. Sürekli olarak yanan, başında nöbet tutulan ve herkesin her an gelip çiçekler bıraktığı bir anıt.
Kentin tarihi belleğinden mimari eserler, duvarlardaki grafitiler ve insanların hatıraları dışında ne acıdır ki Yugoslavya ve Tito silinmiş. Kasıtlı bir şekilde yeni bir kimlik inşası yapılırken, Tito dönemi yok sayılmış. Oysa ki Saraybosna bombardımanı başlamadan önce yapılan son büyük barış çağrısı mitinginde insanların ellerinde tüm Yugoslavya’yı farklılıklarıyla kardeş ve bir arada tutmayı amaçlamış General Tito’nun posterleri vardı. Tarihe kinle ve rövanşizmle bakmak yanlış. Ülkede her tarihi döneme dair müzeler ve eserler görülür halde ve turistik lokasyonlar ancak Tito dönemine ait sadece minicik ve Google haritalarında bile özellikle aranmayınca çıkmayan, sokaklarda yönlendirme tabelası olmayan bir müzecik var. Çalışanı bile yok, kapıdan geçip kredi kartıyla temassız ödeme yapıyor ve 20 metrekarelik Yugoslavya ve Tito Müzesi’ni geziyorsunuz. O dönemin bir Yugoslav evinde yer alan her şey konulmuş. Sıcacık ve sevimli bir yer. O dönemler Avrupa’nın en güçlü üçüncü devleti olan Yugoslavya etnik ve dini kavgaların körüklenmesiyle içten yıkılmış. Oysa dünyanın beşinci büyük gücü olabilecek bir konumdaydı. ABD – Avrupa – Rusya eliyle Sırplar ve Müslümanların radikalleştirilmesiyle yok edilmiş. O küçücük müze bize tarihten yarım kalmış bir masalı anlatıyor. Google Maps’e “Muzej - Museum Tito - Sarajevo – Yugoslavia” yazarsanız çıkıyor. Mutlaka gidin.
Bir de sağda solda duvar yazılarında ya da stickerlarda Filistin ve Ukrayna savaşlarında saldırı altındaki iki millete yönelik destek mesajlarını görüyorsunuz. Eşekten düşeni eşekten düşen anlar misali…
Yemekler insanı kendinden geçiriyor
Saraybosna’da gezerken göreceğiniz güzel mimari eserler, güleç yüzlü Boşnaklar, tarihimizden kalma unsurlar, soykırımdan kalma izler… Bunların hepsi insanın duygularını bir uçtan bir uca sürüklerken, sizi bir anda kendinize getiren şey… Bosna’nın yemekleri!
Börek ve köfte bizim kültürümüzün vazgeçilmez yemekleridir. Hemen her evde mutlaka belirli sıklıklarla yapılır. Dışarıda yemek yiyecekseniz mutlaka bunlardan birkaç tane hemen yürüme mesafenizde vardır. İşte Bosna bu iki yemeğin doğduğu ve bize transfer edildiği topraklar.
Sizlere aşağıda bir mekan listesi paylaşacağım. Yolunuz düştüğünde sizi yüzde yüz tatmin edecek yemekleri yiyeceğiniz yerler. Ancak belirtmemiz gereken bazı unsurlar var.
Madde 1: Börek kıymalı olur! Te o kaaa işte!
Evet, Bosna’da börek (burek) diyerek sipariş verirseniz size kıymalı börek gelir. Üzerinde yoğurtla servis edilir. Ispanaklı olana zeljanica (zelnesia) deniliyor. Sirnica (sırnika) denilen de peynirli olanı. O da gayet başarılı ancak açıkçası burek ve zeljanica varken insanın pek buna bakası gelmiyor ancak yine de onun da boynu bükük kalmasın diye yemek lazım. Bir de dördüncü kardeşleri krompirusa var. Yazıldığı gibi okunuyor. Bu da patatesli. Bu arkadaşımız da çok güzel. Bir diğeri de her yerde olmayan kabaklı versiyon tikvenjaca. Bu da mahşerin beşinci atlısı olarak sizi bambaşka bir lezzet yolculuğuna çıkarıyor.
Kıymalı olan birincil lezzet olduğu için diğerlerinden ayrılsa da hepsi harika. Boşnak böreği servis edilirken üzerine yoğurt konulmazsa, yanlış yerdesiniz. İçindeki malzeme de ölçmedim ama ölçsem yaklaşık olarak haklı çıkarım; ağırlık olarak kıyma, yufkanın net iki katı. Yani böreğin % 70’i iç malzemeden oluşuyor. Yufkalar incecik ve kat kat. İnsan yerken kendinden geçiyor. O tarihten sonra ülkemize geldiğimden beri börek ve köfte yemiyorum ki köfteye birazdan değineceğim. Tıpkı Adana’ya gittiğimden beri batıda kebap yemediğim gibi.
Köfte konusuna gelirsek. Bize ülkemizde köfte diye yediğimiz şeyler sanıyorum köfte değil, başka bir şey. Zira ben hayatımın sonuna kadar Bosna’da yediğim köftelerle yaşayabilirim. Cevapi denilen başparmak ebatlarındaki köfteler bu işin en klasik ve en yaygın olanı. Pljeskavica da teknik olarak aynı et ve köfte ancak yassı ve geniş. Bunun bir de içinde kaşar olanı, kaşar ve mantar olanı gibi versiyonları da var. Hepsi gayet güzel ancak cevapi de tıpkı burek gibi bu işin şampiyonlar ligi seviyesi.
Fiyatları porsiyon bazlı olarak hesap edersek ülkemizle aynı seviyelerde. Ancak arada iki temel fark var.
Birincisi lezzet ve malzeme kalitesi, adı sanı duyulmamış bir kasabanın sıradan mahalle esnafında bile; börek, köfte ve diğer genel fırın ürünleri için ülkemizin en nitelikli mekanlarıyla aynı seviyede. Bosna’nın en garibanı dışarıda bir öğün yediği zaman ülkemizin en varlıklı ve keyifli yaşayanıyla aynı kalitede besleniyor.
İkinci temel fark ise fiyat – performans konusu ki malzeme kalitesi kadar önemli. Bir de porsiyon boyutları. Ben şahsen çok açsam ve doya doya yemek yiyeceksem; ülkemizde iki porsiyon köfte ve duble piyaz ister, yanında da birkaç dilim ekmek yerim. Ya da börek yiyeceksem bizim sıradan zincir ya da mahalle börekçilerinden en az 2 hatta 3 porsiyon isterim. İşte Bosna’da bizimle aynı fiyat olan porsiyonların ebatları net 2 katı. Yani 100 liraya ülkemizde bir börek alıyorsanız, orada 100 liraya inanılmaz lezzetli ve buradaki 2 hatta 3 porsiyona denk gelen bir börek alıyorsunuz.
Börek ve köfte dışında Bosna’nın geleneksel mutfağının ürünleri olan soka, soğan dolması başta olmak üzere envai çeşit dolmalar ve sarmalar, begova çorbası, lonac, grah çorbası, buranija denilen fasulye yemeği, proha adlı ekmek türevleri, kendilerine özgü ve bizdekine benzese de farkları olan tarhana çorbası, kuru et ve keçi kaşarı başta olmak üzere harika peynirlerle yapılan envai çeşit yemekler, örneğin kuru etle pişen kuru fasulye (kuru et ve keçi kaşarı ayrıca paketleyip aldık geldik), klepe (mantının süperman hali), çoban salatasının bir benzeri olan shopska. Bunlar öne çıkan yöresel yemekler, lezzet şöleninin kırmızı halısında salınan güzellikler.
Ancak bir de tatlılar var ki burada bambaşka bir dünya önünüze açılıyor. Tufahija denilen pişmiş elma tatlısı, hurmasice adlı ancak bizdeki hurmacık denilen tatlıyla alakası olmayan baklava benzeri bir tatlı, ustipci lokma benzeri bir lezzet, bizdekine benzeyen kadayıf tatlısı ve sütlaçlar, kayınvalidemin ve eşiminki kadar lezzetlisine orada da denk gelmemiş olsam da ülkemizde benzerini pek görmediğimiz gurabija denilen tatlı bir kurabiye.
Nerede, ne yiyeceğiz?
Hemen hepsinin adını yazdığınızda Google Maps size yardımcı olacaktır. Ben en beğendiklerimden başlayarak her bir kategoriyi kendi içinde sıraladım.
Saraybosna’da cevapi adresleri
Cevabdizinica Petica Ferhatovic
Cevabdizinica Nune
BONUS: Cevabdizinica Galatasaray. Eski Galatasaraylı futbolcu Tarık Hocic’in mekanı. Gidip sohbet edebilirsiniz ama adamın bir köftesini de yiyin.
Saraybosna’da börek adresleri
Sac
Buregdzinica Bosna
Buregdzinica Bekiri
Saraybosna’da yöresel yemekler
Kulin Dvor (Semizovac bölgesinde. Arabayla yaklaşık yarım saat)
Dveri
Avlija
Saraybosna’da fine dining
The Singing Nettle (Zara iz Duvara)
Saraybosna’da tatlı
Slasticarna Ramis
Caffe Slasticarna Badem
Spazio
Hacı Niyazi
Mostar: Sadrvan. Yöresel yemekler ve köfte.
Bosna Piramitleri – Visoko: Kent merkezinde piramitlere giden yolda, solda kalan fırın. Sağ çaprazında bakkal var. Sıradan ve ismi cismi olmayan bir mahalle içi dükkan.
NASIL ARANDI: #arda suar # gezi yazısı # bosna hersek # kocaeli