26-04-2024 09:50

Antik kentler rotası

2018-09-03    0 Kişi Yorum Yaptı   Eklenme Tarihi: 2018-09-03
.stripslashes($urun->baslik).

HAZIRLAYAN: DR. ARDA SÜAR

 

Aslında her şey 1990 – 1995 yılları arasında başladı. Çocukların masal dinlediği yaşlarda, babam bana klasik masallar yerine Yunan mitolojisi anlatırdı. Herkül, Afrodit, Zeus ailenin bir parçası gibiydi. O yaşlarda oluşan bu ilginin otuzlu yaşlardaki tezahürü olarak kendimi en huzurlu ve dinlenmiş hissettiğim yerler, antik kentler. Şükür ki üzerinde yaşadığımız Anadolu toprakları bu konuda dünyanın en zengin coğrafyası. Geçen sene yine Kocaeli Life sayfalarından sizlere aktardığım Kütahya – Denizli – Manisa – Aydın’da yer alan on iki antik kenti kapsayan rotanın bir benzerini bu sefer İç Anadolu Bölgesi’nde çizdim. Antik kentleri gezdiğim tatilimi, ‘Geleneksel Antik Kentler Rotaları’ bağlamına alarak paylaşmamak olmazdı. Sevgili Serpil Çolak’ın Kayseri’de gerçekleşecek düğününe katılmak üzere plan yaparken; geçen senekine benzer bir antik kentler rotası oluşturarak bu yolculuğu tatil programının içine yerleştirdim ve ilk durağım Kırıkkale oldu. Ancak Ankara’yı geçtikten sonra yaklaşık bir saatlik yolum kalmışken karşıma çıkan bir tabela ile program daha ilk saatlerinde değişime uğradı. Hasanoğlan’dan geçerken, Cumhuriyet tarihinin en önemli projelerinden olan Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü görmeden yola devam edemezdim.

 

HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ

Hasanoğlan Köy Enstitüsü, örnek bir eğitim modeli olarak ortaya çıkmış; öğrenciler, tüm binaları kendi elleriyle yapmış, bölgeyi elleriyle ağaçlandırmış. İç Anadolu’nun bitki örtüsü malumunuz, bozkır ama Hasanoğlan’a gittiğinizde bozkırın ortasında yeşil bir vahada geziyorsunuz. Her yerde öğrencilerin yaptığı Türk tarihindeki önemli devlet, sanat ve bilim adamlarının heykelleri var. Müzik öğretmeni, Aşık Veysel olan bu okulda her enstrümanın olduğu bir müzik sınıfı var. Aşık Veysel, havanın güzel olduğu günlerde derslerini müzik sınıfının yanındaki avluda veriyormuş.

Yola çıktıktan sonra istikametim, Çorum’du ancak Kırıkkale’de yol üzerinde Hasan Dede köyüne uğrayarak, bölge halkından aldığım tüyolar neticesinde çok güzel ev yapımı şaraplar buldum. Evde en ilkel tekniklerle üretilen bu şaraplar, tarihi bir geleneğin bölgede merdiven altı bir şekilde de olsa yaşatılmasının lezzetini sunuyor.

Akkuzulu üzerinden Çorum’a giden yol, devasa dağlar ve vadiler arasından uzanan; insanı büyüleyen bir manzaraya sahip. Normalde tercih edilen bir yol değil; ben iki saat boyunca toplam üç araba gördüm. Oldukça dik yamaçların arasında uzanan, tamamen virajlardan oluşan bir yol.

 

 

ÜRKÜTÜCÜ BİR GÜÇ

Çorum’a ulaşıp geceyi dinlenerek geçirdikten sonra ertesi gün ilk durağım Alacahöyük oldu. Tarihi M.Ö. 3500 yılındaki Hatti Medeniyeti’ne uzanan bu kentte, daha sonra M.Ö. 1500 dolaylarında Hitit Medeniyeti var olmuş. Katman katman görebiliyorsunuz tarihin akışını. Kentte tarihi kazılar ilk olarak 1800’lerde Almanlar tarafından başlatılmış. Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün arkeolojiye olan özel ilgisi nedeniyle antik kalıntıların üzerinde kurulu olan Alaca Köyü az ileriye taşınmış ve kazılarla bu eser ortaya çıkarılmış. Şehrin girişindeki kapılar ve tüneller hala kullanılabilir durumda. Benim iki büklüm şekilde ancak girebildiğim geçitler, o zamanlar şehrin içini ve dışını birbirine bağlıyor ve savaş durumlarına karşı güvenliği sağlıyormuş.

Kent, 5 bin yıl boyunca farklı dönemlerde kullanılmış aletlerin ve eşyaların sergilendiği çok düzenli ve şık bir müzeye de ev sahipliği yapıyor. Kalıntıların arasında sergilenen ve orijinal halini koruyan mezarlardaki iskeletler, kafalarındaki taçlar, yanlarında gömülmüş hayvan kafatasları, eşyalar ve simgeleri görmek de yaşamın anlamını sorgulatan nitelikte.

Alacahöyük’ten sonraki durağım, bir saatlik mesafedeki Hattuşa Antik Kenti oldu. Hititlerin başkenti olan Hattuşa, arabayla belli bir rota dahilinde geziliyor. Sfenksli Kapı, Aslanlı Kapı, Kral Kapısı gibi özel eserleri barındırıyor.

 

HARİTASIZ GEZMEK ZOR

Kentte on civarında tapınak var ve kral sarayının olduğu yer kentin hakim tepesi. İnanılmaz güzel bir manzara seyrediyorsunuz. Yedi kilometre civarı bir parkurdan oluşan kenti, elinizde girişte satılan haritalardan biri olmadan anlamlandırarak gezmek çok da mümkün değil. Kralın sarayının arkasındaki, uçuruma benzer alandan inilen dere yatağındaki antik banyoları, bölge halkından bir rehber olmadan bulmanız mümkün değil. Ben bu banyolara, İsmail Bektaş adlı, bölgenin yerel rehberi ile beraber gittim. Bu alanın da acilen bölgenin turizmine kazandırılması gerekiyor.

Geçmişte antik kentin bir parçası olan ama bugün ayrı bir bölge olarak gezilen Yazılıkaya Tapınağı; kayalara oyulmuş simgeler ve heykellerden oluşan bir açık hava tapınağı ki bu özelliği ile antik dönem tapınaklarının çoğundan ayrılıyor. Burada kayalarda kraliyet ailesi, on iki asker figürü, çift başlı kartal gibi motifler var. Bunların elle yapılmış taş işlemelerini de Yazılıkaya’nın hemen girişindeki sergi alanında bölge halkı satıyor 

 

YARDIMSEVER ANADOLU İNSANI

Hattuşa sonrasında yola devam ederek Şapinuva Antik Kenti’ne ulaşmam yaklaşık iki saat sürdü. Navigasyona güvendiğim güzergah, beni saatte on kilometre hızla bile gidemediğim; yolun varlığı ile yokluğu arasında ince bir çizgi olan yerlere sürükledi de Allah’tan yardımsever Anadolu insanı beni oralarda gördü; gideceğim yeri söyleyince “beni takip et” diyerek yarım saat ilerideki bir ana yola kadar götürdü.

Hititlerin önemli merkezlerinden biri olan Şapinuva, bazı dönemlerde kral ve kraliçelerin yaşadığı bir kent ve aynı zamanda önemli bir dini merkez. İnsanın, kapısından girince birkaç saat boyunca izlemek isteyeceği sade bir güzellik. Alçak boyutlu kalıntılar, devasa ağaçlar ve arkada uçsuz bucaksız tepeler ve vadiler...

 

TARİHİ KYBELE KABARTMASI

Günün son durağında, istikametim İncesu Kanyonu oldu. Nefes alamaz kadar sıcak havada kanyona girip yüz metre kadar ilerleyince harika bir serinlik karşılıyor sizi. Kanyonun derinliğine doğru, yaklaşık beş kilometre boyunca dağa çakılmış bir köprüden yürüyorsunuz. Tepenizde tel örgüler, düşen kayalara ve taşlara önlem olarak. Bazı yerlerde göğüs hizanıza kadar yamulmuş telleri görünce aslında ne kadar tehlikeli bir yolda yürüdüğünüzü anlıyorsunuz. Dere yatağı boyunca su ve kuş sesleri içinde yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra tarihi Kybele kabartmasına ulaşıyorsunuz.

Ertesi gün yanıma bolca leblebi ve güneş kaynaklı mağduriyetlere derman olarak yanık kremi aldıktan sonra istikametim Çorum’un Laçin ilçesi oldu. Kapılıkaya Kaya Mezarı’na gitmek için bölgeye ulaştım ancak ayakkabılarımın azizliğine uğradım ve tırmanma girişimim yarım kaldı. Sonraki durağım ise İskilip ilçesi oldu. İskilip Kalesi her yöne hakim bir tepenin üzerinde kurulmuş, harika manzaraya sahip ancak bakımsızlıktan ve pislikten insanın zaman geçirmesinin pek mümkün olmadığı, bakımsız bir yer haline gelmiş. İskilip’in meşhur İskilip dolması diye bir yemeği var. Etli bir pilav türevi olan yemeği, çarşı içinde tavsiye edilen yerlerden herhangi birinde yiyebilirsiniz. Bu lezzetli Anadolu yemeğinden sonra yola çıkarak akşam saatlerinde Kapadokya’ya ulaştım.

 

PERİ BACALARINDA YAŞIYORLAR

Kapadokya, tarihi olarak çok önemli bir bölge ve sadece Ürgüp – Göreme hattından oluşmuyor. Niğde’ye kadar uzanan tarihi bir coğrafya. Hıristiyanlığın yayılmasında çok önemli bir yer; ki bu sebeple mağaralara oyulmuş yüzlerce kilise var. Peri bacaları bu bölgenin tabii ki akla ilk gelen görsel şöleni oluyor.

Peri bacalarının içinde hala yaşayan insanlar var ve peri bacasına oyulmuş bir iki tarihi eve girdikten sonra onlara hak vermemek imkansız. Dışarısı 40 derecede cayır cayır yanarken, mağara içine doğru attığınız ilk adımda, kendinizi 15 – 20 derecelik bir serinlikte buluyorsunuz. Volkanik kayaların kışın sıcak, yazın serin olma özelliği sebebiyle neden bu bölgede tarihin ilk zamanlarında yerleşimin meydana gelmiş olduğunu anlamak çok da zor değil. Yaklaşık olarak on bin senedir yaşam olan bir coğrafya burası.

 

GÜVERCİNLİK VADİSİ

Kavurucu sıcağın altında Göreme Milli Parkı’nda gezerken, iki litre taze sıkılmış portakal suyu ancak kendime gelmemi sağladı. Ancak, tarihi yerlerin tadını tenha ve sessiz bir ortamda çıkarmayı seven benim gibi kişiler için en doğru mevsim yazın ortası. İnsanlar pek tercih etmiyorlar bu sıcaklarda antik kentleri ve milli parkları gezmeyi. Bir mağarada oturup iki saat kadar kitap okuyup, hem serinleyip hem de kafayı dinledikten sonraki durağım Çavuşin Kilisesi oldu ancak restorasyon sebebiyle kapalı olduğu için gezme fırsatı bulamadım.

Çavuşin, o tarihten beri hala aktif yaşam olan bir köy ve hepimizin aşina olduğu peri bacası görselleri ekseriyetle buraya ait. Paşabağı da denilen bölgedeki peri bacaları popüler olarak bilinen şekle yakın olanlar. Günün sonraki durağı Güvercinlik Vadisi’ydi. Kayalara oyulmuş güvercin yuvaları bölgede hemen her antik yerleşim bölgesinde sıklıkla görülen yapılar.

Güvercinlik Vadisi sonrasında ulaştığım Uç Hisar Kalesi yaklaşık olarak beş bin yıllık. Hititlerden beri bölgeyi yöneten her devletin kullandığı bir güvenlik ve gözlem noktası olan kalenin zirvesinden izlenen uçsuz bucaksız Kapadokya manzarası büyüleyici.

Kalenin tepesinden sonraki durağım yerin altı oldu. Özkonak Yer Altı Şehri’ni gezmek yaklaşık kırk dakika sürüyor. Hititler döneminden kalma bu şehir, bildiğiniz yerin altında. Odalar ve daracık koridorlardan oluşuyor ve kat kat yer altına tünellerle geçiyorsunuz. Şarap mahzenleri, ambarlar, mutfaklar ve odalardan oluşan yer altı yapısının her alt kata inen tünelinin sonunda, devasa tekerlek biçimli kayalar var. İçeriden iterek geçidin ağzına getiriyorsunuz ve bir savaş ya da saldırı durumunda tamamen güvende oluyorsunuz. Özkonak, yaklaşık 200 – 250 kişinin yaşadığı ve özellikle savaş ve talan dönemlerinde dışarısı ile irtibatın tamamen kesilmesi gerekince kullanılan bir şehir. Özkonak’a çok yakın Belha Manastırı ise resmi olarak turizme açık değil. Yerel gönüllü rehberler tarafından insanlara bilgi veriliyor.

 

UÇURUMDAKİ KOLTUK

Günün sondan bir önceki durağı, Zelve Manastırı oldu. Aslında Zelve Açık Hava Müzesi, bir antik kentin korunduğu alan. Bu manastırın yanı sıra birçok kilise, mutfak, ev ve ambarların peri bacalarına ve kayalara oyulduğu bir yer. 1950’li yıllara kadar yaşamın sürdüğü bu bölge şu anda koruma altında.

Antik kentin girişinin olduğu alanda bir şeyler yiyip içmek adına kafeler var. Peri Kafe adlı mekanı tavsiye ediyorum. Sebebi harika özel lezzetleri değil; getirdiği portakal suyunu, içine düşen bir yaprak ya da böcek yüzünden “ben kendi içmeyeceğimi size servis etmem” diyerek, ben daha fark etmeden geri götüren teyzenin emeklerinin kazanca dönüşmesi.

Günün son durağında ise Kızılçukur Vadisi’ne gidip uçurum kenarındaki bir koltuğa yerleşip, Türk kahvemi söyleyip güneşin batışını izledim. İnsan destansı bir romantizm içinde donup kalıyor o muhteşem manzara karşısında. Akşam yemeği için tercih ettiğim Lagarta Restaurant, oldukça güzel bir manzaraya karşı bölgenin meşhur testi kebabını gayet lezzetli bir şekilde tadabileceğiniz bir mekan.

 

ÖLÜMÜ BEKLEDİKLERİ YER…

İkinci gün ziyaretlerim Ortahisar ilçesindeki St. Paul Kilisesi ve Hallaç Manasıtrı ile başladı. Vakt-i zamanında hasta insanların şifa için getirilip ölümü beklediği bir yer burası. Tepenin içine oyulmuş devasa bir manastır. İlçeye adını veren Ortahisar Kalesi ise mazisi Türklerle başlayan tek tarihi yapı. Zaten kalenin tırmanması ne kadar imkansız bir yer olduğunu görünce, ‘bunu elbette bizimkiler yapmıştır’ diyorsunuz. Kalenin hemen altında o kadar güzel dizayn edilmiş bir yer var ki insan sadece durup oturmak için bile para verir; Sarhoşun Yeri adlı mekanda, ev yapımı güzel şaraplar satılıyor. Bölgedeki, ‘ev yapımı meyve şarabı’ pazarlamasının büyük bir yalan olduğunu bana detaylı bir şekilde anlatan mekandaki arkadaşa da ayrıca teşekkür ediyorum. “Bu bölgede meyve ağaçları yok ki meyve şarabı üretilsin. Meyve esanslarını sulandırıp kalecik karasına ekliyorlar” dedi. Ben de aydınlanmış oldum, üzerimde kalmasın siz de bilin. Günün ortasına geldikten sonra Aynalı Kilise olarak da bilinen Fırkatan Kilisesi’ne gittim. Baştan söyleyeyim, kilisede ayna falan yok, hiç de olmamış. Geleneksel kilise duvar süslemeleri simetrik bir şekilde odalara yapıldığı için ‘aynalı’ ismi verilmiş. Kiliseye girdikten sonra dağın içine doğru eğimli ve dar tünellerden geçerek gizli odalara gidiliyor. Hepsine iki büklüm sürünerek, yer yer emekleyerek girdim ancak en sondaki odaya geçitten sığmadığım için ulaşamadım.

Bir sonraki istikametim Göreme Açık Hava Müzesi oldu. Hıristiyanlığın ilk yayıldığı dönemde, Roma İmparatorluğu bunlara büyük şiddet uyguladığı için hepsi Avrupa’dan kaçıp bölgeye geliyorlar. Birçok kilise ve manastır kuruyorlar.

Göreme Açık Hava Müzesi’nde de yaklaşık olarak otuz civarında kilise var, tabii kilise dediklerimiz kayaların içine oyulmuş odalar. Aziz Basil Şapeli, Elmalı Kilise, Aziz Onuphrius Kilisesi, Pantokrator Kilisesi, Azize Barbara Şapeli ve en estetik eserlerden olan Karanlık Kilise, bölgedeki önemli kiliseler. Hemen hepsinde duvarlardaki freskeler oldukça iyi korunmuş. Hele ki ek ücret ödeyerek girilen Karanlık Kilise’nin duvarlarını saatlerce izleyebilirsiniz.

Hava yine hissedilen 40 dereceleri bulmuşken, serinlemek için bölgede yapılacak en güzel aktivite olan yer altı şehri kaşifliğine geri dönerek, günün geri kalanını Derinkuyu Yer Altı Şehri’nde geçirdim. Dört kata kadar inmeye izin vardı, tamamına yakınını gezdim. Tahminen 50 bin kişinin yaşadığı bu şehrin tarihi, yaklaşık olarak beş bin sene. Nasıl oluyor da o dönemlerde sekiz kat yer altına şehir oyulabiliyor, insan düşünürken bile şaşkınlık içinde kalıyor. Bence piramitlerden daha büyük bir olay bu şehrin inşası. Daracık geçitlerle inilen en alt katlarda, bir kamyonun rahatça seyahat edebileceği ve ucu bilinmeyen bir tünel var ki tahminen dokuz kilometre ilerideki Kaymaklı Yer Altı Şehrine bağlanıyor.

 

KAYSERİ LEZZETLERİ

Akşam yemeği için gittiği The Plum Restaurant, gerçekten yaşadığım en iyi fine dining deneyimlerinden birisiydi. Manzarası, servis kalitesi ve kendine özgü menüsü ile oldukça lezzetli bir yemek deneyimi yaşattı. Küşleme ve kuzu incik yediğim mekandan ayrılırken karın doyuran değil, yemek yediren bir mekan olarak herkese tavsiye ediyorum.

Şehirden ayrılmadan önce sütle kavrulmuş kabak çekirdeği almayı da ihmal etmedim. Gerçekten çok lezzetli.

Ertesi sabah Kayseri’ye gittim, Serpil Ablamızı bir ömür mutluluğa uğurlamak üzere. Tabii hazır Kayseri’ye gitmişken, Türkiye’nin en başarılı şarküterilerinden olarak gösterilen Pastırmacı Hayrullah’tan pastırma ve el yapımı Kayseri mantısı aldım tavsiyelere uyarak. Yedikten sonraki notum; çok başarılı.

Kayseri’de geçen iki günümde bol bol yemek yedim. Zeynep Abla ve Serpil Abla ile düğünden önceki gece bir araya geldiğimiz Kaşık-La’da yağlama yerken gerçekten insan kendini kaybediyor. Etli bamya çorbası ile başlayan bu öğün, devasa bir yağlama yığınındaki her bir dilimi birer lokmada yuvarlayıp yiyerek geçti. Kayseri mutfağı anlatıldığı kadar var. Ertesi gün düğün öncesinde Gubate Restaurant’ı keşfettim. TripAdvisor’da oldukça yüksek puanları olan mekanın işletmecisi Ahmet Yılmaz’a Kocaeli Life adına gezi yazısı hazırladığımı söyleyince bana bir güzellik yaptı; çeyrek porsiyonluk servislerle kendilerine özgü Çerkes yemekleri ve Kayseri lezzetlerini bir arada harmanladıkları menülerinden bir ziyafet çekti.

 

ŞAHANE BİR ANTİK YAPI

Psihalive adlı patatesli Çerkes mantısı, gurize adlı aynısının kıymalı versiyonu, gırniş denilen tavuklu ve bol sarımsaklı versiyonu, kıymalı tepsi mantısı ve yağlama ile geçen bir öğünün sonunda, ters dönmüş bir kaplumbağa gibi olmama rağmen her birinin tadı hala damağımda. Pezik denilen, pancar sapından yapılan dal turşusu ve sütle yoğrularak yapılan bazlama da en az yemekler kadar kendine özgü lezzetleriyle öne çıkan ürünlerdi. Yolu düşen gitsin.

Kayseri’den sonra gittiğim Niğde Gümüşler Manastırı. Aydın’daki Priene Antik Kenti’nden sonra, dünya gözüyle gördüğüm en güzel antik yapı olabilir. Bir dağın içine oyulmuş bir kutu gibi. Duvarlarındaki işlemeler, aynı döneme ait tüm eserlere göre daha farklı ve kendine özgü. Niğde’nin ikinci önemli tarihi kalıntısı olan Tyana Su Kemerleri ise bugün hala günlük hayatın içinde geçtiği yolların kenarlarında, mahallelerin arasında duran anıtsal yapılar. Hititlerin önemli şehirlerinden olan Tyana(Niğde), Roma ve Bizans için de aynı öneme sahip bir şehir olmuş. Su kemerlerine yaklaşık 15-20 dakika mesafede bulunan Roma Havuzu oldukça estetik. Doğal bir su kaynağının olduğu yerde kesme taşlardan yapılmış, neredeyse olimpik ölçülerde. Kleopatra’nın Havuzu olarak nam salmış ama son yıllardaki çalışmalar neticesinde, tarihlerin uyuşmadığı ortaya çıkmış. Rotayı bitirip Ankara’ya, işlere dönmek üzere yola koyulduktan hemen sonra, Niğde’den çıkmadan sizi Çukurkuyu diye bir köy karşılıyor. Nedir önemi derseniz; esasen bundan iki sene öncesine kadar sıradan bir yerleşim yeri Anadolu’nun ortasında. 15 Temmuz gecesi yaşanan kalkışmanın bastırılmasında kilit müdahalelerden birini yaparak bir haini alnından vuran, sonra da oracıkta şehit edilen Ömer Halisdemir’in memleketi. Çukurkuyu’yu özel ve anlamlı kılan bu.

NASIL ARANDI: #Arda Süar # Dr. Arda Süar # Marduk Digital # dr arda süar

YORUMLAR
Yaptığınız yorumlar editör onayından geçmektedir.