26-04-2024 06:25

ANTİK KENTLER FORD RANGER ROTASI

2017-08-10    0 Kişi Yorum Yaptı   Eklenme Tarihi: 2017-08-10
.stripslashes($urun->baslik).

ANTİK KENTLER FORD RANGER ROTASI 1. GÜN

Kocaeli – Sakarya – Pamukova – Bilecik – Bozüyük – İnönü – Frig Vadisi Yolu – Sabuncupınar Köyü – Bayramşah Köyü – Alayunt – Kütahya – Aizanoi (Çavdarhisar) – Gediz – Uşak – Çivril – Honaz – Denizli – Pamukkale Rota – 590 km

 

TARİH NOTLARI

 

Kütahya – Eskişehir – Afyon bölgesinde bulunan ve M.Ö. ikinci milenyuma kadar uzanan geçmişi ile Frig Vadisi, yaşadığımız coğrafyanın tarihi geçmişine yönelik önemli bir kültür mirası. Heredot’a göre ise M.Ö. 12. Yüzyılda Makedonya’dan göçen bir kavim tarafından kurulmuş. Hatta bu iddiaya göre, Friglerin bu bölgeye gelmeden önce yerleştikleri Anadolu’daki ilk bölge Bithynia yani Kocaeli. M.Ö. 8. Yüzyılda Anadolu coğrafyasının önemli devletlerinden biri oluyorlar. Daha sonra ise tarihin akışı gereğince ortadan kayboluyorlar ve onların coğrafyasında Roma ve Bizans hüküm sürmeye devam ediyor. Başka bir kaynağa göre ise Kafkasya’dan gelen Brigler adlı bir kavim bölgeye yerleşerek bu medeniyeti kuruyor. Ancak arkeolojik çalışmalar neticesinde çıkan eserlere bakınca bu kavmin kökeninin Makedonya olması daha yüksek bir ihtimal. Hitit medeniyeti yıkılınca ortaya çıkan kültürel vakumun Balkanlardaki birçok kavmi bölgeye getirdiği görüşü ekseriyetle dünya tarihçileri tarafından kabul edilen yaklaşım. Ankara’nın Gordion bölgesinde başkenti olan Frigya uzun yıllar boyunca bölgenin önemli devletlerinden birisi olarak hüküm sürüyor.

YOLCULUK NOTLARI

Aizanoi’ye giderken karşıma çıkan tabela neticesinde rotama eklediğim Frig Vadisi Yolu bozuk satıh diye tabir ettiğimiz bir zemine sahip. Tek gidiş tek geliş şeklinde olan yol, bölgedeki bazı köylerin arasından akıyor. Yola girer girmez karşınıza elektrik telleri üzerinde insan ebatında dev kuş yuvaları sizi karşılıyor. Şehir hayatından yeteri kadar uzaklaştığınızın ilk göstergesi olarak kabul edebilirsiniz. Frig Vadisi Yoluna girdikten yaklaşık 10 km sonra sola yönelen bir tabela sizi yol olmayan bir bölgeye doğru götürüyor. 4×4 bir pick-up ya da bir cip içinde değilseniz, bu yola girmemeniz gerekiyor. Doğal yerleşimindeki taşlar ve toprak zemin oldukça zorlu bir parkur olarak karşınıza çıkacak. 3-4 km kadar ilerledikten sonra karşınıza bir tepenin gövdesinde oyulmuş mağaralar çıkıyor. Bundan binlerce yıl önce bölgeye yerleşen Friglerin ilk yerleşim yerleri olan bu mağaralar bölge boyunca birçok tepede karşınıza çıkıyor. Hatta bazı köylerin hemen arkasında kalan mağaralara pencereler ve kapılar takılmış olduğunu da görebilirsiniz.

Frig Vadisi Yolunun ilk sapağı olan offroad yola girdikten sonra 3-4 km sonra karşınıza gelen mağaralara tırmanmak niyetindeyseniz, yalnız olmamanızda fayda var. Bölgede oldukça yoğun bir yılan popülasyonu var. Karşınıza bileğiniz kalınlığında ve boyu neredeyse bir metreye yakın hatta geçen yılanlar görebilirsiniz. Doğal yaşama ve kamp hayatına aşina değilseniz bu bölgeyi en azından birkaç kişilik bir grupla gezmenizde fayda var. Öte yandan bölgenin en güzel yönlerinden biri, şehir hayatında hiç göremediğimiz hayvanlardan olan şahinleri sıkça görmeniz. Başınızın bir iki metre kadar üzerinden süzülen şahinlerden ilk anda ürkebilirsiniz ama havada o estetik uçuşlarını ve süzülmelerini izlemek insanı değişik bir huzurla kaplıyor. Mağaralara tırmanmak biraz efor istiyor. Birkaç yüz metre kadar oldukça dik bir araziye tırmanarak ulaşılan mağaralara ulaştığınızda, bundan binlerce yıl önce burada yaşayan medeniyetin halkı ile aynı manzaraya bakmak, ufka gözlerinizi dikip sadece doğanın sesleri ile biraz kendinizi dinlemek insana iyi geliyor.

 

Frig Vadisi Yoluna Sabuncupınar Köyü istikametinde devam edip, Alayunt istikametine giden yola saptıktan sonra medeniyetten uzak bir yolculuk sizi bekliyor. Saatler boyunca yanınızdan geçen araç sayısı ancak üç ya da dört olacaktır. Bunların da iki tanesi bölge köylülerinin traktörleri, diğerleri de jandarma devriyesi olacaktır kuvvetle muhtemel.

Alayunt üzerinden Kütahya’ya ulaşıp Çavdarhisar’a doğru yol aldıktan sonra dünyanın en önemli Antik Kentlerinden biri olan Aizanoi’ye ulaşıyorsunuz. Çavdarhisar ilçe merkezinden Aizanoi’ye ulaşan iki tarihi köprü restorasyon sebebiyle kapatıldığı için yolunuzu 1 km kadar uzatarak tali bir köprüden ilçenin diğer tarafına ulaşıyorsunuz. Karşınızda tüm ihtişamı ile beliren Aizanoi harabeleri sizi bir anda iki bin senelik bir flashback ile geçmişe sürüklüyor.

Zeus Tapınağının olduğu alan yeşil bir bahçe. Yer yer tarihi kalıntıları açıklamaları ile görebiliyorsunuz. Mezar taşları, sütunlar, sütun başlıkları gibi döneminin arkeolojik karakteristiğini yansıtan eserler oldukça iyi korunmuş. Kültür Bakanlığı’nın çalışmalarını takdir etmemek elde değil. M.S. 2. Yüzyılda yapılmış olan Zeus Tapınağının altında bir alan daha var. Merdivenle inilen bu alanda bir çok tarihi eseri yine açıklamaları ile görebiliyorsunuz. Yaklaşık 10 metre yüksekliğinde bir tavanı olan Tapınağın altındaki bu alan mistik havası ile insanı etkiliyor. Tarihçilere göre tapınak Zeus’a ya da Kybele’ye ithaf edilmiş olabilir.

 

Zeus Tapınağının olduğu alanda Amazon Kadın Savaşçısı heykeli var. Bu heykel 1985 – 1990 yılları arasında bir kere çalınmış ancak jandarma hırsızları yolda yakalamış ve kültür mirasının ülkemizden uçup gitmesini engellemiş.

Aizanoi’de Zeus Tapınağı kadar önemli başka eserler de var. Örneğin dünyanın ilk borsası hemen tapınağa 1 km kadar bir mesafede. Sütunlu yol ile aynı alanda bulunan tarihin ilk borsasının bölgede olmasının ticari sebeplerini arkeologlar ve tarihçiler; Aizanoi’nin bir zamanların önemli yün, şarap ve tahıl üretim bölgelerinden birisiymiş. Borsa binasının ortaya çıkması ise 1970 yılına dayanıyor. Gediz depreminde yıkılan bir caminin altından çıkan bu eser dünyanın önemli arkeolojik buluntularından birisi olarak literatürde yerini alıyor. M.S. 301 yılında Roma İmparatoru Diocletian tarafından yayınlanan ve enflasyonla mücadele için tüm şehirlere iletilen mesajı da bir kitabe halinde burada bulabilirsiniz.

Zeus Tapınağının karşısında bulunan tiyatro-stadyum ise yine dünyada başka örneği bulunmayan kendine özgü yapısı ile literatürde önemli yeri olan bir eser. Hemen her antik kentte, tabi ki nüfus yapısına ve ekonomik gücüne oranla, bir stadyum ve tiyatro bulunuyor. Aizanoi’de ise ikisini bir arada içeren bir yapı var. İki alanı birbirinden ayıran ise tiyatronun sahne alanı. İkinci yüzyılın ortalarında başlayan inşaatı yaklaşık yüz sene süren bu yapıda gezerken neredeyse iki bin yaşında banklarda oturabiliyorsunuz. Bugünden binlerce yıl önce bu banklarda oturarak yarışmaları, gladyatör dövüşlerini, tiyatro oyunlarını izleyen insanlar ile aynı ruh haline bürünebilmek için biraz hayal gücünden başka bir ihtiyacınız yok.

Her antik kentte göreceğiniz banyolar Aizanoi’de de mevcut. Zeus Tapınağı ve Tiyatro-Stadyum arasında yer alan banyoların da yine M.S. 2. Yüzyılda yapıldığı tespit edilmiş.

 

FORD RANGER NOTLARI

Frig Vadisi Yolundayken Ford Ranger ile bu rotaya çıkmanın ne kadar doğru bir karar olduğunu fark ettim. Frig mağaralarının offroad bölgelerde yer alanlarını görmek için sıradan bir binek otomobille bölgede hiç şansınız yok. Bozuk satıh olan yollarda 4H vites tercihi ile yol alırken aracın yola hakimiyeti size güven veriyor. Offroad bölgelere geçtiğiniz anda ise 4L tercihi açıkçası hayat kurtarıyor. 30 km hızın üzerine çıkmadan kullanılması tavsiye edilen 4L seçeneği ile biraz yol alınca aracın size ciddi anlamda güven verdiğini hissediyorsunuz. Asfalt dışında binek ya da pick-up kullanırken bir noktadan sonra yolun araca hükmettiği, sürücünün tamamen kontrolünü kaybettiği durumlar sık sık yaşanır, ancak Ford Ranger ile yol alırken bu sıkıntıların hiçbirini yaşamıyorsunuz.

Aizanoi’den Pamukkale’ye giderken Ulubey’in güneyinden devam eden dağ güzergahında hava karardıktan sonra yol almak biraz yorucu. Dik rampaları tırmandığınız ve indiğiniz dar bir yol. Üstelik kilometrelerce hiçbir ışıklandırma yok. Her kavşakta kışın kullanılmak üzere yerleri belirlenmiş tuz kovalarının reflektörlerle dikkat çektiği bir yoldan bahsediyoruz. Eğim ve kavisler gerçekten sürücüleri zorlamak üzere yapılmış bir yol sanki. Bu yolda hava karardıktan sonra giderken, Ford Ranger’ımın tepesindeki aydınlatma oldukça işime yaradı. Yolun geneline hakim bir sürüş sağlayan bu tercihi, pick-up sürücülerinin mutlaka değerlendirmesi gereken bir opsiyon olarak görmek gerekiyor.

 

TAVSİYELER

Bozüyük – İnönü bölgesinden geçerken Birinci ve İkinci İnönü Savaşlarında hayatını kaybetmiş askerlerimiz için bir şehitlik var. Geçerken on dakikanızı ayırıp bir ziyaret etmek.

Frig Vadisi Yoluna girmeden önce yakıtınızı, silecek suyunuzu, lastik basıncınızı ve aracınızdaki su ve erzak durumunu kontrol etmenizde fayda var.

Mayıs – Ekim ayları arasında bu rota sürüş konforu açısından uygun olacaktır. Sonbahar ve kış aylarında bölgenin sert karasal iklimi sizi beklenmedik sürprizler ile karşılaştırabilir.

 

ANTİK KENTLER FORD RANGER ROTASI 2. GÜN

Pamukkale – Buldan – Alaşehir – Salihli – Sardes – Alaşehir – Buldan – Tripolis – Pamukkale Rota – 260 km

 

TARİH NOTLARI

Parayı bulmaları ile ünlü olan Lidya medeniyetinin başkenti olan Sardes (Sart), Manisa’nın Salihli ilçesi yakınında yer alıyor. Hitit İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ortaya çıkan vakumla Anadolu’ya gelen Balkan kökenli kavimlerin kurduğu bu devlet M.Ö. 2. Milenyumun sonlarında kurulmuş ve yaklaşık 500 sene boyunca Ege kıyılarından Frig Vadisine uzanan bölgede hakimiyet kurmuştur. Lidyalıların tarih sahnesinden silinmesinin ardından tarihin ilk Pers İmparatorluğu olan ve gelmiş geçmiş en büyük alanı yöneten devletlerden biri olan Ahameniş İmparatorluğu’nun önemli merkezlerinden biri olmaya Sardes devam etmiştir. Roma ve Bizans dönemlerinde ise Prokonsül ünvanına sahip yöneticiler tarafından yönetilerek önemli bir şehir olma özelliğini korumaya devam etmiştir. Prokonsül; Antik Roma Cumhuriyetlerinde en yüksek görev olan konsül makamında bir sene geçirmiş olan yöneticilerin bir bölgeye genel vali kapsamında yetkilerle atanmasına verilen isim. Sardes’teki kilisenin özelliklerinden bir diğeri de Anadolu’da Hıristiyanlığın yayılması için kurulmuş olan ilk yedi kiliseden birine ev sahipliği yapması. M.S. 53 – 56 yılları arasında bu yayılmacılığın en önemli noktalarından birisi. M.Ö. 7. Yüzyıldan itibaren hemen her yüz yılda bir başka bir kavim tarafından ele geçirilen bir şehir. Kalıntıların gün yüzüne çıkmasını sağlayan Harvard ve Berkeley Üniversiteli arkeologların çabaları ile 1950’lerden itibaren bölgedeki çalışmalar yoğunlaşıyor. Bölgede bir dönem tarihin en önemli Musevilik merkezlerinden olan Sardes Sinagogu ve Artemis Tapınağı görenleri büyülüyor.

Tripolis ise Frig Vadisi – Lidya – Karya (Muğla) gibi üç medeniyet merkezi bölgenin kesişim noktasında kalan konumu ile tarih boyunca bölgenin en zengin şehirlerinden birisi olmuş. M.S. 1. Yüzyılda bölgede inşa olmaya başlayan medeniyet M.S. 3. Yüzyılda karakterini bulmuş bir şekilde Anadolu topraklarının önemli bir medeniyet beşiği olarak tarihte yerini almış. 1990’lı yıllarda başlayan ilk arkeolojik çalışmalar 2007 yılından sonra hız kazanmış ve bugün görülebilir durumdaki eserler ortaya çıkarılmış. Son derece aktif bir şekilde kazı alanı çalışmaları süren bölgeyi beş yıllık periyotlarla ziyaret etmekte fayda var.

 

YOLCULUK NOTLARI

Pamukkale’den sabah erken saatlerde yola çıkarak ulaştığım Salihli’de Sinagog ve Artemis Tapınağına ulaşınca insanı mutlu eden bir derli topluluk var. Ülkemizdeki antik kentlerin hemen hepsi gayet iyi korunur bir durumda. Bunun bir kanıtı olarak Sinagog ve Artemis Tapınağı gösterilebilir.

Sardes Sinagogundaki ilk Musevi göçlerinin M.Ö. 2. ve 3. Yüzyılda olduğu tahmin ediliyor. Romalılar tarafından M.Ö. 133 yılında alınan kadar şehir çok kereler geçici hakimiyetleri altında kalıyor bölgede doğup büyüyüp ölen medeniyetlerin. Roma İmparatoru 3. Antiochus tarafından o dönem bilinen dünyadaki Musevilerin bölgeye gelip yaşamaları için yoğun bir çaba sarf ediliyor. Hatta bir dönem yoğun Musevi göçü sebebiyle rahatsız olan bölgenin yerli halklarına Roma yöneticileri tarafından Musevilerin “onurlu birer Roma vatandaşı” oldukları yönünde telkinler yapıldığına dair antik şiirler var.

Kurtuluş Savaşı yıllarında bölge Yunan işgaline uğradığında Sinagogun ve diğer tarihi eserlerin oldukça ağır tahrip edildikleri biliniyor. Bir zamanlar yaklaşık 40.000 Musevi ile dünyanın en kalabalık Musevi Cemaatine ev sahipliği yapan bölgede 20. Yüzyılın başında yaklaşık iki bin Musevi kalmış.

 

Artemis Tapınağı, yol kenarındaki Sinagog’dan yaklaşık 1 km kadar ileride yer alıyor. Halen aktif bir şekilde kazı sahalarında çalışmalar sürüyor ve sergilenmeyi bekleyen eserlere ulaşılıyor. Efes’teki Dünyanın Yedi Harikasından birisi olan Artemis Tapınağı ile karıştırılmaması gerekiyor. Yunan Mitolojisinde Zeus’un Leto’dan doğma kızı olan Artemis adına yapılmış dünyanın farklı yerlerinde birçok tapınak var. Meşhur Antik Yunan Panteonundaki tanrılardan Apollon’un ikiz kız kardeşi olan Artemis, mitolojide önemli figürlerden birisi. Anadolu mitleri kökenli tanrılardan olan Kibele ile de özdeşleştirilmektedir.

Artemis Tapınağı, Sinagog’a göre oldukça daha ağır bir harabe halinde. Ayakta kalmayı başarmış sadece iki büyük sütun var. Ama genel yerleşime dair fikir veren kalıntılar mevcut. Hala daha devam eden kazılara bakınca bölgeye belirli aralıklarla ziyaretler gerçekleştirmek; tarihin gün ışığına çıkışını takip etmek güzel bir deneyim olabilir.

Sardes’ten yola çıkıp Tripolis’e giderken Buldan civarında Ege kasabalarında görmeye alıştığımız yol kenarında tezgahlarında meyve satan bölge köylülerinin incir ve üzüm sergileri insana sarı – yeşil – siyah bir renk cümbüşü sunuyor.

 

Tripolis’e varınca hala daha yoğun bir çalışmanın devam ettiğini görüyorsunuz. Öyle ki alana adım attığınız anda bileğinize kadar kuma batıyorsunuz. Ellerinde fırçalar ile yoğun bir şekilde çalışan sahadaki arkeologları görüyorsunuz.

Geniş bir alana yayılan antik kentin tepelere doğru uzanan yapısı sebebiyle biraz tırmanmanız gereken bölgeleri var. Hakim konuma sahip tepeye ulaştığınız anda antik kent net bir şekilde görünür oluyor. Sütunları gözünüzle simüle ederek birleştirdiğinizde Tripolis’in bir zamanlar sahip olduğu ihtişamı hissedebiliyorsunuz.

FORD RANGER NOTLARI

Genellikle asfalt ve bölünmüş yollardan oluşan ikinci gün rotasında Ford Ranger’ı 2H vites seçeneği ile kullanmayı tercih ettim. Ancak Tripolis’e gelince kazı alanının hemen yanındaki bölgede tamamen kum ve toprak karışımı oldukça eğimli alana ulaşınca 4L seçeneği gerçekten hayat kurtardı.

Ford Ranger’ın sınıfındaki diğer araçlara göre en çok öne çıkan özelliklerinden birisi olan direksiyon yumuşaklığı, Pamukkale – Salihli arasında oldukça konforlu bir sürüş deneyimi yaşattı. Hayalet ekran ise tek bakışta göstergedeki bilgilere hakim olmanızı sağlıyor. İbrenin hizasına bakmaya uğraşarak sürüşü riske etmek yerine, elektronik ekrana anlık bir göz attığınız anda aracın devrini, yakıt durumunu, hararet seviyesini ve daha kişisel olarak özelleştirebildiğiniz birçok bilgiyi görebiliyor olmanız özellikle uzun yolculuklarda araç ile bütünleşmeyi seven sürücüler için güzel bir özellik. Pick-up sınıfında pek alışık olmadığımız bu tip teknolojik kapasitelerin Ford Ranger’da yer alması, arazide bir canavar olan bu aracın, aynı zamanda sürücünün zihin konforuna hitap eden önemli yönlerinden bir tanesi.

Tripolis’teki zorlu zeminde ve aşırı eğimde Ford Ranger’ın en öne çıkan özelliği kanaatimce eğim iniş kontrol sistemi oldu. 4×4 araçlarda yokuş aşağı inerken aracın doğal olarak hızlanmasını kesmek için geliştirilmiş bu teknoloji hemen her yeni nesil pick-up’ta var. Ancak Ford Ranger’ın bu alanda fark yaratan özelliği bu sistemin geri viteste de çalışıyor olması. 20 – 25 derecelik bir eğimde geri geri gitmek zorunda kaldığım kaygan toprak ve kum karışımı zeminde Ford Ranger’ın bu özelliği bir an için gerilen beni oldukça rahatlattı.

TAVSİYELER

Buldan bölgesinden geçerken yol kenarındaki köylü tezgahlarından incir ve üzüm almayı ihmal etmeyin. Oldukça lezzetli ve çok ucuz. Bir kilo incir ve iki kilo üzüm 14 TL. Yurdum insanının sıcak kanlılığı ve yardımseverliği ise paha biçilemez.

Eğer Asya mutfağına bir ilginiz varsa Pamukkale’deki Asian Restaurant mutlaka uğramanız gereken bir nokta. Koreliler tarafından işletilen bu restoranda Çin ve Kore mutfağına dair birçok tercih sizi bekliyor. Noodle konusunda özellikle öne çıkan mekanın TripAdvisor yorumları ve puanları oldukça yüksek.

Bölgede birçok lüks otel ve termal tesis var. Ancak önceliği kliması ve interneti olan temiz bir odada uyumak ve yolculuğa devam etmek olanlar için Pamukkale’nin merkezinde geceliği 100 TL’den ucuz oda-kahvaltı oteller bulma şansına sahipsiniz.

 

ANTİK KENTLER FORD RANGER ROTASI 3. GÜN

Hierapolis – Laodikeia – Tavas – Afrodisias – Nazilli – Aydın – Söke – Didim Rota – 300 km

 

TARİH NOTLARI

UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Hierapolis Antik Kenti M.Ö. 2. Yüzyılda kurulduğu tahmin edilen bir antik yerleşim, Hititler ya da Persler tarafından ilk yerleşimin yapıldığı tahmin ediliyor. Tarihin su gücü ile çalışan ilk kereste işleme mekanizmalarından birinin bu bölgede yapıldığı biliniyor. Seleukos İmparatorluğu döneminde bölgeye gönderilen iki bin Musevi aile ile bölgede yoğunlaşmaya başlayan Musevi nüfusun M.Ö. 62 yılında elli bin kişilik bir komüne ulaştıkları tahmin ediliyor. Tarih boyunca termal su kaynağı doktorlar tarafından şifacılık için sıklıkla kullanılan bu bölgenin kaderi depremler ile şekillenmiş. Deprem kuşağında yer alan bölge tarih boyunca yaşanan büyük depremler sebebiyle sürekli yıkılmış ve yeniden yapılmış. Böylece tarihi karakteri sürekli değişime uğramış ve antik döneme ait karakteristik özellikleri bölgede silinmiş. M.S. 17 yılında yaşanan büyük deprem ile şehrin tarihindeki ilk büyük tahribatını yaşadığı biliniyor. M.S. 60 yılında yeniden inşa edilen şehir bu tarihten sonra tipik bir Roma şehrine dönüşüyor. O dönem bölgede yaşayan İsa’nın 12 Havarisinden biri olan Aziz Filipus’un bölgede inşa ettiği kilise önemli Hıristiyanlık merkezlerinden biri olarak dikkat çekiyor. İznik Konsülü Filipus’un İncil’ini reddettikten sonra, Filipus Hieropolis’te çarmıha gerilerek idam ediliyor. Hz. İsa’nın peygamber olduğunu ve Tanrı’nın oğlu olmadığını savunan görüşleri sebebiyle aforoz ediliyor. M.S. 300 yılında dev tiyatrosu ve Roma İmparatorluğu’nun büyük maddi kaynak aktarımı ile şehir altın dönemini yaşıyor. Şu an tarihi eser olarak bölgede yer alan Roma Banyoları, gymnasium, tapınaklar ve sütunlu caddeler hep bu dönemin eserleri. Sanat, felsefe ve ticaret merkezi olan Hierapolis’te M.S. 3. Yüzyılda nüfusun yaklaşık yüz bin kişi olduğu tahmin ediliyor. Hıristiyanlık Roma ile buluştukta ve Anadolu’nun misyonerler eliyle dini dönüşümü yaşanan süreçlerde bölgedeki bazı antik eserler Hıristiyan kutsal alanlarına devşiriliyor. M.S. 7. Yüzyılda Pers ordularının istilaları ve depremler sebebiyle şehir kan kaybetmeye başlıyor. 12. Yüzyılda Selçuklu ordularının bölgeye gelmesi ile Türk hakimiyetine giren şehir 1190 yılında gerçekleşen Haçlı Seferi ile yeniden el değiştiriyor. 13. Yüzyılda Selçuklular yeniden bölgeyi ele geçirip bir kale inşa edene kadar şehrin terkedilmiş bir halde kalıyor. 1354 yılında yaşanan Gelibolu merkezli büyük deprem ile şehir yeniden bir harabeye dönüyor ve zaman içerisinde kireç katmanları ile tarihi eserlerin üstü örtülüyor. Bu depremin tetiklediği önemli olaylardan bir diğeri de, Gelibolu’da Bizans’ın savunma yapılarının aldığı zarar üzerine Osmanlı’nın Avrupa’ya ilk adım atarak Çimpe Kalesini alması. Bölgede ilk arkeolojik çalışmalar 1887 yılında başlıyor ve 1889 yılında ilk bulgular Alman arkeologlar tarafından yayınlanıyor. 1957 yılında İtalyan arkeologların yeniden bölgede kazı çalışmalarına başlaması ile bölgenin kaderi değişiyor. Travertenlerin turistik bir lokasyon olarak yükselen popülerliği bölgeye yarıyor. 1970 yılında bölgenin ilk müzesi kuruluyor ve 2008 yılında yapılan son düzenlemeler ile bölge bugünkü kimliğine kavuşuyor.

Laodikeia Antik Kentinin kuruluşu kesin olarak doğrulanamamış olmakla birlikte M.Ö. 3. Yüzyılda Seleukos İmparatorluğu hükümdarı 2. Antiokhos tarafından kuruluyor ve karısı Laodike’nin adını veriyor. Kimi Antik Yunan tarihçilerinin Frigya sınırlarında kalan şehir bazı Bizanslı tarihçilerin görüşüne göre ise Lidya sınırlarında kalıyor. İlk zamanlarda tarihçiler ve hükümdarlar tarafından Diospolis (Zeus’un Şehri) olarak adlandırılıyor. M.Ö. 133 yılında Roma hakimiyetine girene kadar çok da önemli bir şehir olmayan o zamanki adıyla Laodicea on the Lycus (Lycus Irmağındaki Laodicea -Lycus Irmağı Çürüksu olarak günümüzde adlandırılıyor) tarihi dönüşümünü yaşayana kadar oldukça ağır ve zorlu savaşlar geçiriyor. M.Ö. 188 yılında Attalos Hanedanına bağlı Pergamon Krallığı yönetimine geçen şehir, M.Ö. 133 yılında Roma hakimiyetine giriyor. Mithridates Savaşları olarak adlandırılan Roma’nın Anadolu yayılmacılığını engellemek için Pontus Krallığının seferber olduğu savaşlarda şehir oldukça ağır hasarlar alsa da coğrafi konumunun avantajı ve Roma’nın bu kenti önemli bir merkez olarak görmesi sebebiyle hızlıca toparlanıyor ve o dönem Anadolu’nun en önemli ticari merkezi haline geliyor. Sürekli depremler sebebiyle hasar alan şehir, meşhur Roma İmparatoru Neron döneminde yaşanan siyasi istikrarsızlık sürecinde M.S. 60 yıllarında yok olma noktasına geliyor. İmparatorluğun yardım talebini reddeden bölge halkı şehri kendi imkanları ile yeniden kuruyorlar. Şehrin zenginleri bölgeyi yeniden ayağa kaldırmak için birçok eser yapılmasını sağlıyorlar. Bu çabalarla döneminin önemli bilim ve felsefe merkezlerinden biri haline gelen şehirde bunlarla da kalmayan bir gelişme yaşanarak döneminin en önemli sağlık merkezi ve doktor yetiştirmek için dönemin şartlarınca bir üniversite ile kentin yıldızı yeniden parlıyor. Kendisine ait sikkeler basan ender şehirlerden biri olan Laodikeia, Roma tarafından sayılı şehire verilen Özgür Şehir unvanına sahip oluyor ve otonom bir yapıyla yönetiliyor. Hieropolis’le paralel olarak Musevi yerleşimcilerin yönlendirildiği şehrin demografik yapısının ekseriyetle bu kitle etrafında şekillendiği biliniyor. Fulvius ailesi tarafından yönetildiği dönemde Cicero’nun kayıtlarına göre yılda dokuz kilo altın Kudüs Tapınağı’nın yapımı için bölgeye gönderiliyor. 12. Yüzyıl başlarında Selçuklu hakimiyetine giren şehir, 1119 yılında Bizans İmparatoru 2. Kommenos’un ender askeri başarılarından biri ile yeniden Bizans kontrolüne geçiyor. Türk akınları ve Moğol istilası ile şehir zaman içinde sürekli kan kaybediyor ve tarih sahnesinden siliniyor.

Afrodisias Antik Kenti, isminden de anlaşılacağı üzere Yunan Mitolojik Panteonunun en özel tanrıçalarının belki de başında gelen Afrodit’e ithaf edilmiş M.Ö. 5. Yüzyılda inşa edilmiş ve UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alıyor. M.Ö. 3. Yüzyılda Afrodisias olarak anılmaya başlanmadan önce iki yüzyıl boyunca Leleges Şehri (Leleges Heredot’a göre Karyalılar için kullanılan bir isim) ve Büyük Şehir olarak adlandırılmış. Şehrin mermer heykelleri Roma çapında ün salmış olması sebebiyle tarihi öneminin arka planında döneminin önemli bir kenti olması yatıyor. İç Ege bölgesindeki diğer antik kentler gibi depremlerden oldukça etkilenen şehir birçok kez yıkıma uğruyor. 7. Yüzyılda yaşanan büyük depremden sonra ise şehrin tekrar inşası için bir çalışmaya girilmediği biliniyor. 1904 – 1905 yıllarında Fransız demiryolu mühendisi Gaudin tarafından bölgede ilk tarihi eserler bulunuyor. Ancak Antik Kentin ortaya çıkması için 1958 yılına kadar beklemek gerekiyor. Ünlü fotoğrafçımız Ara Güler tarafından tesadüfen 1958 yılında keşfedilen Antik Kent dünya arkeoloji çevrelerinde büyük bir devrim yapıyor ve Ara Güler’in dünya çapında bir fotoğraf sanatçısı olarak yükselen kariyerinin de ilk basamağı oluyor. Yolu tesadüfen Geyre’ye düşen Ara Güler, bölge insanının tarihi eserler ile iç içe yaşadığını görüyor. Lahitlerde üzüm şırası süzülen, tarihi kalıntıların kahvehanelerde masa olarak kullanıldığı, evlerin tarihi sütunları direk olarak kullanarak inşa edildiği köyü gören Ara Güler İstanbul’a dönünce kapsamlı bir araştırmaya giriyor ve bölgede bir Antik Kent olduğuna dair hiçbir kayıt bulunamıyor. Amerikalı arkeologlar inceleme için geldikleri zaman kayıp Afrodisias’ın bulunduğunu tespit ediyorlar ve arkeoloji dünyası bu keşif ile çalkalanıyor. Bir belgesel kapsamında bölgeyi keşfinin “yolunu kaybetmesi sonucu tesadüfen gerçekleştiğini” söyleyen Ara Güler bu keşif ile ülkemiz kültür mirasına büyük bir katkı yapıyor.

YOLCULUK NOTLARI

Hierapolis’in güney kapısı girişi meşhur Pamukkale travertenlerinin hemen yakınında yer alıyor. Kuzey kapısı girişi ise antik kentin merkezine yaklaşık iki kilometre mesafede yer alıyor ve lahitlerle dolu uzunca bir yoldan şehre ulaşılıyor. Bu yolda yürürken devasa bir mezarlığın içinden geçiyorsunuz aslında. Lahitler ve oda tipi mezarlar arasından yürürken sonsuzluğa ulaşmak için çabalamış on binlerce aynı topraklarda farklı zamanlarda yaşamı paylaştığımız insanların bu gayelerinin boşa gitmediğini hissediyorsunuz. İki binden fazla lahit ve oda tipi mezarla çevrili bu yol, içsel bir yolculuğa insanı davet ediyor.

Nekropol alanı bitince sizi kente giriş için Kuzey Bizans kapısı karşılıyor. Kentin anıtsal girişi olarak adlandırılan bu yapı surlarla bütünleşik yapısı ile estetik olduğu kadar güvenlik kaygılarını da taşıyarak yapılmış. M.S. 4. Yüzyılın sonlarında yapılan bu kapı, oldukça zarif bir kemer yapısına sahip.

Yol boyunca ilerlerken tepede kurulmuş olan Antik Tiyatro bütün ihtişamı ile karşınızda beliriyor. İlerlerken M.S. 3. Yüzyılda yapılmış tapınakların arasından geçip, tiyatroya doğru tırmanışa geçiyorsunuz. Antik kentin içinde çalışan minibüsler ile de ulaşabileceğiniz tepede tiyatroya geldiğiniz zaman karşınızda tarihin tüm iniş çıkışlarına direnmiş ve estetik yapısı ile insanı büyüleyen bir eser çıkıyor.

Kiliseden biraz daha yukarıda yer alan Aziz Filipus’un kilisesi, Hıristiyanlık tarihi açısından çok büyük öneme sahip. Çarmıha gerilerek öldürülen İsa’nın 12 Havarisinden birinin kendi mezhebi yorumunu oluşturduğu yeri görmek, zamanın esnediği anlardan birini yaşamanızı sağlıyor.

Kentte birçok tipik küçük Roma Hamamı olduğu gibi bir de Büyük Hamam var. Agora, Zeus Tapınağı, Apollo Tapınağı gibi şehrin tarihinde önemli yeri olan eserleri görmeniz mümkün. Hieropolis oldukça geniş bir alana yayılmış ve travertenler sebebiyle oldukça yoğun bir turist akınına uğradığı için tadını çıkararak gezebilmek adına en az dört beş saatlik zaman ayırmak gerekiyor.

 

Antik banyoların bir kısmı halen daha turistlerin kullanımına açık. Denizli gibi denizden uzak bir şehrin dağ başında bir lokasyonda mayosuyla ortalıkta dolanan insanlar görmek biraz garip gelse de şifalı termal suyun turizmin kalkınmasındaki lokomotif rolünü yüzünüze çarpıyor.

Alanda yer alan müzede ise birçok tarihi heykeli, Yunan Mitolojisindeki hikayelerin anlatıldığı eserleri görmek adeta Azra Erhat’ın otuzdan fazla baskı yapmış olan Mitoloji Sözlüğü kitabının içindeymiş hissini veriyor. İmparator heykelleri, gladyatör dövüşlerini anlatan kabartmaların yanı sıra günlük yaşantı içerisindeki dönemin sıradan insanlarının ve sağlık görevlilerinin tasvir edildiği heykellerle dolu müze oldukça etkileyici. Kalkolitik, Helenistik ve Antik döneme ait sikkeler ve günlük eşyaların da sergilendiği müzede Tykhe, Sfenks, Dionysos, Apollon, Athena, Adonis, Zeus, Leto, Triton ve Hades gibi Yunan Mitolojik Panteonundaki tanrıların heykellerini ve Gigantomakhia Savaşları ile ilgili kabartmaları görebilirsiniz.

“Apollo’nun doğuşu”

 

 

“Gladyatör dövüşleri”

 

 

“Hades”

 

“Tanrılar ve devlerin savaşı”

 

“Zeus ve Leto’nun düğünü”

 

Hieropolis’ten sonraki durağım olan Laodikeia da oldukça geniş bir alana yayılan ve kazı çalışmalarının yoğun bir şekilde sürdüğü bir antik kent. Kalıntılar arasında gezerken offroad bir trekking yapıyorsunuz.

 

Farklı malzemelerden yapılmış sütunlar, kentin tarih boyunca yaşadığı yıkımları ve yeniden inşaları adeta bir kılavuz gibi ziyaretçilerine anlatıyor. Sütunlu caddeden devam edince sağınızda kalan Büyük Kilisenin birkaç taşıyıcı kolonu dışında ayakta kalan bir parçası maalesef yok. 2016 yılında koruma ve onarım çalışmaları ile çelik iskeletin üzerine yerleştirilmiş camlar ile kaplanmıştır. Üst koruma yapısının altında kalan kalıntıları cam bantlar üzerinde yürüyerek gezebiliyorsunuz.

Henüz geziye açık alanlardan daha fazla sayıda çalışması süren bölgeye sahip olan Laodikeia’da sütunlu caddede devrilmiş sütunların arasında dolaşırken ayakta kalmış olan sıralı sütunların başlıklarındaki ince işlemeler binlerce yıl öncesinin muazzam işçiliğini sergiliyor.

Alandaki tiyatro, rotamızdaki diğer antik kentlere göre daha harabe bir halde. Ancak yine de sıralara oturduğunuz zaman hayal gücünüz sizi geçmişin büyülü dünyasına götürmeye yetecektir. Öte yandan Laodikeia’nın kendine özgü kalıntılarından birisi olan Jokey Kulübü oldukça dikkat çekici. At yarışlarının yapıldığı alan kentin kendine özgü eserlerinden birisi.

Laodikeia’dan ayrıldıktan sonra Afrodisias’a giderken Denizli merkezden geçerek Tavas üzerinden yaklaşık 100 kmlik bir yolculuk yapıyorsunuz. Türkiye’nin en tehlikeli yollarından biri olan Cankurtaran Yokuşlarından geçiyorsunuz. Mevsim yaz olduğu için etrafınızdaki doğal güzelliklere dalıp gitmek dışında sürücüler için bir tehlike yok, ancak kış aylarında zorlu şartları ile meşhur olan bu yoldan giderken azami dikkatle ilerlemek gerekiyor.

Afrodisias’a vardığınız zaman ören yeri girişinin karşısında, yolun öteki yanında, aracınızı park ediyorsunuz ve sizi müze alanına transfer eden araçlar var. Afrodisias’a girer girmez sizi yeşillikler içindeki bahçelerde yer alan lahitler ve heykeller karşılıyor. Müzeye girmeden önce ön bahçede biraz dolanmak, müzenin içinde karşılaşacağınız tarihi perspektifin kısa bir introsu gibi.

Afrodisias müzesini yaklaşık bir saatte gezebilirsiniz. Dönemin günlük yaşantısına dair birçok tarihi eser sergileniyor. Harikulade güzellikteki heykellerin arasında dolaşırken kendinizi farklı bir dünyada gibi hissetmeniz işten bile değil. En öne çıkan eser ise tabi ki mekanın ismiyle müsemma olan Afrodit Heykeli. Afrodisias Afrodit’i olarak adlandırılan bu eserin gövdesi ve başı birbirinden ayrı olarak sergileniyor. Şehrin önde gelen vatandaşlarının heykeli yapılarak kentin girişine yerleştirilmiş bir zamanlar, bu özel eserleri de müzede görebiliyorsunuz. Dionysos, Pan, Apollo, Herakles (Herkül), Akhilles (Meşhur Aşil), Panthesilea, Artemis, Hermes, Poseidon gibi Yunan Mitolojik Panteonundaki tanrıların heykellerinin yanı sıra, Sokrates, Pisagor, Pindaros gibi tarihi şahsiyetleri onurlandırmak için yapılmış heykeller de dikkat çekici eserler. Öte yandan şehir tarihindeki valiler, din adamları, boksörler, komutanlar ve imparatorların da heykelleri sizi bekliyor.

“Afrodisias Afrodit’i”

 

“Afrodit Başı”

 

“Akhilles”

 

“Boksör”

 

“Çocuk, Dionysos ve satir”

 

“Musevi cemaati üyeleri yazılı kitabe listesi”

 

“Pan, Satir’in ayağından diken çıkartıyor”

 

“Tamamlanmamış Poseidon”

 

“Pisagor”

 

“Sokrates”

 

Müzenin özel salonlarından birisi, ülkemiz sanayi ve ticaret kültürünün mihenk taşı isimlerinden abide şahsiyet Vehbi Koç’un merhum kızı Sevgi Gönül adını taşıyan alan. 1987 yılında kurulan ve bu ören yerinin gün ışığına çıkartılmasında çok büyük katkıları olan Geyre Vakfı’nın kurucusu olan Sevgi Hanım 2003 yılında vefat etti. Ama insanlık tarihi için gösterdiği emek ile bu müzede sonsuza dek ismini yaşatacak. Sevgi Hanımın vefatından sonra vakfın bakanlığını Ömer Koç yürütüyor. Koç Ailesinin ülkemize katkılarının sadece iş dünyası ile sınırlı kalmadığının kanıtlarından birisi olan bu vakıf ve ortaya koyduğu Afrodisias eseri ülkemiz entelektüel yaşamına bırakılmış büyük bir iz.

 

Sevgi Gönül sergi alanında Yunan Mitolojisindeki hikayelere dair birçok heykel ve kabartma sizi bekliyor. Afrodit’in Andreia tarafından taçlandırılması, Aineas’ın Toria’dan Kaçışı ve İtalya’ya varışı, bir kahramanın Zeus’a kurban sunuşu, Herakles (Herkül) ve Dionysos’un sarhoş heykelleri, Prometheus’un Herakles (Herkül) tarafından kurtarılışı gibi mitolojide önemli yeri olan hikayeleri anlatan eserler sayesinde hikayeler görselleşiyor.

Müzeden sonra Antik Kente doğru yol alırken, bölgenin kültür mirasımıza kazandırılmasında büyük katkıları olan Prof. Kenan Erim’in mezarı sizi karşılıyor. Hayatının otuz yılını bu antik kentin ortaya çıkmasına adayan arkeolog olarak ismini ölümsüzleştirmeyi başarmış bir tarih ve ülke sevdalısı.

Afrodit Tapınağının ayakta kalmış sütunları, bir zamanlar var olan tapınağın tamamına göre çok küçük bir parça olmasına rağmen derli toplu bir şekilde ayakta kalmış olan parçalar gözünüzde tapınağın ihtişamını canlandırmaya yetecek kadar ilham veriyor. Stadyum ve bouleuterion (bir nevi valilik) hemen her antik kentte yer alan eserler. Klasik bir Antik eser türü olan dört kapılı geçiş tetrapylon gibi eserler alanda sizin onları keşfetmenizi bekliyor. Antik dönem tanrıları için inşa edilen sebasteion da harika mimarisi ile sizi büyülüyor.

Afrodisias sonrasında Didim’e doğru yol alırken virajlı, tek gidiş tek geliş yollarda süren bir yolculuk sizi bekliyor. Otobana ulaşana kadar bir süre dağların arasından ve sonrasında kasaba ve şehir merkezlerinden yol alarak devam ederken mümkünse rotanızı bu yolu güneş batışına yakın saatlerde geçmemeye özen gösterin, akşam saatlerinde batı istikametinde yol almanın sürücü açısından zorluğu malum.

 

Saatlerdir yollarda geçen yolculukta kısa bir mola vermek için Aydın’ın içinden geçerken sağınızda kalan Forum AVM uygun bir nokta. Starbucks’tan D&R’a kadar özlediğiniz modern zamanlar medeniyeti noktalarına kavuşabilirsiniz.

 

Söke üzerinden otobanla Didim’e ulaşana kadar gece yolculuk yapacaklar için yolun büyük kısmında aydınlatma olmadığını hatırlatmakta fayda var.

 

FORD RANGER NOTLARI

Denizli’den Didim’e uzanan yolun ilk bölgelerinden olan meşhur Cankurtaran Yokuşlarına tırmanırken 4H seçeneği ile bu zorlu parkur Ford Ranger için adeta dümdüz bir yol gibi. Eğimi ve virajları ile meşhur bu yolda Ford Ranger hiçbir zorlanma ya da tehlike yaratmadan rahatça yol alıyor.

 

Cankurtaran Yokuşlarından inerken hız sabitleme sistemi oldukça kullanışlı bir teknoloji olarak işe yarıyor. Oldukça dik bir eğimle inen bu virajlı yolda olası bir yer çekimi sebebiyle hızlanma tehlikesi ve aracın kontrolünün bir anlığına da olsa elinizden kaçmasını engelleyen bu özellik sürüş kalitesini ve güvenliğini yükseltiyor.

Tavas ve Afrodisias’tan sonra Aydın’a ulaşana kadar yol çalışmaları sebebiyle tamamıyla mıcır bir bölge var yol çalışması sebebiyle. Tüm araçların 20 kmyi geçmeden yol aldığı bu birkaç kilometrelik mesafede ne olur ne olmaz diyerek 4L seçeneğini kullanmayı tercih ettim. 30 km hızla gitmek biraz sıkıcı evet, ama güvenlik eğlenmekten daha önemli.

 

Elektronik denge sistemi özellikle Cankurtaran Yokuşlarında ve Afrodisias sonrası Aydın’a uzanan bozuk satıh alanlara sahip yolda kendisini gösteriyor. Kısaca aracın kayıp kaymadığını anlayan bu akıllı teknoloji sayesinde doğru tekere fren yaptırarak sürüş güvenliğini maksimize eden bu teknoloji, hemen her zaman yol çalışmaları ile karşılabileceğiniz ülkemizde yüksek ve ağır araçlar açısından çok gerekli bir teknoloji. Tabi ki Ford tarafından atlanmamış ve Ranger’ı rakiplerinden öne çıkaran teknolojik kapasitenin bir parçası.

Söke’ye ulaşan otobanda aydınlatma olmayan yollarda aracın tepesindeki aydınlatma, rotanın birinci gününde Uşak üzerinden Pamukkale’ye giderken olduğu gibi yine güvenli ve yola hakim bir sürüş için fark yaratıyor. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, bu ışıkların karşıdan gelen sürücülere kimi zamanlar zorluk yaratabileceği. Bu sebeple karşıdan gelen araç yoğunluğu arttıkça bu tercihi kullanmamak trafiğin genel akışı içerisinde sağlıklı bir araç olmak için bir gereklilik.

 

TAVSİYELER

Laodikeia’dan Afrodisias’a giderken Denizli’den geçiyorsunuz. Horozları ile meşhur bu şehrimizden geçerken bölgenin yöresel lezzetlerinden tandır yemek güzel bir tercih olabilir et severler için. Şehir merkezinde bulunan Kebapçı Baki güzel bir seçenek. Masaya çatal bıçak servisi yapılmayınca hemen itiraz etmeyin, yörede usul tandırı pideyle birlikte elle yemek.

 

Denizli’nin bir başka meşhur markası olan Hacı Şerif şekercisine uğramayı ihmal etmeyin. Onlarca çeşit şekerleme ve tatlı alabileceğiniz kent merkezinde bir çarşının içindeki bu dükkanın önünde irmik helvalı dondurma yiyip yanında bir Türk kahvesi içmek yolculuk arasında güzel bir dinlenme fırsatı sunuyor.

 

Didim turizm açısından ülkemizin meşhur tatil beldelerinin birçoğundan çok daha fazla özelliğe sahip. Antik yerleşimlerini rotanın dördüncü gününde yazacağımız şehrin turizm kültürü açısından rakiplerine göre epey eksikleri var. Bu sebeple kalacağınız oteli seçerken TripAdvisor ve Booking başta olmak üzere bu tür platformlarda detaylı bir araştırma yapmanızda var.

 

ANTİK KENTLER FORD RANGER ROTASI 4. GÜN

Didim – Didyma Antik Kenti – Miletos Antik Kenti – Priene Antik Kenti – Altınkum – Didim Rota – 102 km

 

TARİH NOTLARI

Ege’nin en eski antik alanlarından birisi olan Didyma’nın tarihi geçmişi hakkında net bilgilere sahip değiliz ancak Heredot’un aktarımına göre Didyma, Anadolu Ege kıyılarının İyonlar tarafından kolonileştirilmesi ve medeniyetlerini inşasından eskiye dayanıyor. İyonların bölgedeki tarihleri kimi kaynaklara göre M.Ö. 13. Yüzyıla kadar uzansa da medeniyetlerini inşa süreçlerinin M.Ö. 6. ve 7. Yüzyıllarda olduğu biliniyor. Bu bilgiler de bize gösteriyor ki en az 2500 yıllık bir antik bölge Didyma. Tarihin en önemli büyücülük okullarından biri olan ve Apollon Tapınağı ile meşhur bu lokasyon M.Ö. 493 yılında Pers istilasında yakılıyor ve çok ağır tahribata uğruyor (Apollon Oracle -bu noktada Oracle (orakl) kelimesine bir parantez açmakta fayda var. Oracle, şimdiki manası ile ibadet edilen tapınaktan ziyade doğrudan tanrılar ile iletişimi olan büyücü ya da doğaüstü güçlere sahip kişilerin yetişip yaşadığı yer demek). O tarihe kadar kenti yöneten Branchidae ailesi sürgün ediliyor ve kentteki dönemin bilinen dünyasında çok büyük bir üne sahip olan bronz Apollo Heykeli İran’ın Ecbatana şehrine götürülüyor. Büyük İskender’in Anadolu’yu istilasından sonra kentin yeniden inşası başlıyor Apollon Heykeli ise yaklaşık yüz yıl kadar daha sonra Seleukos İmparatoru tarafından ele geçirildikten sonra tekrar Didyma’ya hediye ediliyor. Büyük İskender’in gelişi yeniden ihya olma yoluna giren kentin bunu nasıl elde ettiği aslında biliniyor. Kentin büyücüleri bir “biliş” ile Büyük İskender’in Zeus’un oğlu olduğunu ve zaferler kazanacağını müjdeliyorlar. Seleukos İmparatorluğunun M.Ö. 300 dolaylarında Pers istilasında yıkılan Apollon Tapınağının yerini bugün kalıntıları olan mabedi inşa etmeye başlıyor. Bu yeni kutsal alanla birlikte kent yeniden zenginleşiyor ve eski önemini kazanıyor. M.Ö. 278 yılında ise bir dönem Anadolu’yu istila eden göçebe bir kavim olan Galatlar tarafından ağır bir yağmaya maruz kalıyorlar. Galatların o dönem İstanbul’a da geldikleri ve kentte yerleştikleri yerin adını onlardan aldığını belirtmekte fayda var; evet Galata’nın isim babası olan bu kavmin yolu Didyma’dan da geçiyor. Galat istilası sonrasına dair M.Ö. 277 yılına ait bir belgede kentin envanterinde kalan kutsal hazineler sıralanıyor ve üç beş parçadan fazla bir şey listede yer almıyor. Antik dönemin tarih öncesine uzanan belki de az sayıdaki kanıtı bu yağmalar ile yok oluyor. Miletoslular tarafından kendi imkanları ile kent yeniden inşa oluyor ve ekonomik olarak kendisini toparlıyor. Esasen Miletosluların günümüzdeki anlatımla bir ilçesi ya da beldesi gibi bir konumu olan Didyma’nın İyonya öncesi tarih döneminde büyücülerin vesayetinde müstakil bir kent olması olasılığı yüksek. Miletosluların her sene Didyma’da Panhelenic festivaller düzenliyorlar, bölgedeki tüm şehir devletlerinden buna katılım olduğu düşünülüyor. 1446 yılında arkeoloji ilminin babası kabul edilen Ciriaco de’ Pizzicoli’nin bölgeye geliyor ve notlarında kentin hala eski günlerindeki kadar ihtişamlı ve önemli olduğu notunu belirtiyor. 1673 ve 1812’de de bölgeye Avrupalı bilim insanları geliyorlar. 1873 yılında ise Avrupa’dan bölgeye gelen arkeologların Louvre Müzesine götürmek üzere bölgede eser aramaya geldikleri ancak kazı çalışması yapmadan gittikleri kayıtlarda yer alıyor. 1905 ve 1930 yılları arasında Alman arkeologların yoğun çalışmaları ile tarihi konusunda bilgiler edindiğimiz kentteki en büyük keşif 1979 yılında gerçekleşiyor ve antik tapınağa ait önemli kalıntılar bulunuyor.

Miletos Antik Kenti, modern insanlık tarihi açısından en önemli duraklardan biri hatta belki de birincisi. Antik Çağ Felsefesinin Tales’in kurduğu Milet Okulunda şekillendiği ve Tales’in öğrencisi Anaksimandros tarafından kayıt altına alınması bilim tarihinin ve felsefenin doğduğu bu şehri tüm benzerlerinden apayrı bir noktaya taşıyor. Anaksimandros’un öğrencisi olan Anaksimenes ise Milet Okulunun son temsilcisi. Sokrates, Platon ve Aristo gibi felsefenin kurucu babaları olarak kabul edilebilecek isimlerin hepsi Milet Okulundan ilham alıyorlar. Anaksimandros tarihte düşüncelerini yazılı olarak kayda alan ilk filozof olarak büyük bir öneme sahip. Bu sayede Tales’in görüşlerini de tabi kayıt altına alıyor ve insanlığın doğayı tanıma çabasında somut adımlar atılabilir olmasını kayıt metodu ile sağlamayı başarıyorlar. M.Ö. 7. Yüzyılda yaşayan bu filozoflar ta o günlerde dünyanın yuvarlak olduğunu, bir boşlukta asılı durduğunu iddia ediyorlar ve sonsuzluk fikrini ilk kez gündeme getiriyorlar. Tarihi geçmişi taş devrine kadar dayanan Miletos’un bu dönemine dair bulgular bölgenin alüvyonlu coğrafyası sebebiyle ulaşılabilir değil, en azından şimdilik. Arkeolojik delillerin neolitik dönem olan M.Ö. 3000 – 3500 yıllarında kentte zamanın şartlarında ileri düzeyde bir yaşam olduğunu kanıtlayan bulgular sunuyor. Bölgenin en zengin kentlerinden biri olarak gezginlerin kayıtlarında Miletos hakkında notlar mevcut. Sosyo-ekonomik etkileşimi ekseriyetle Anadolu’nun içindeki medeniyetlerle değil, Ege Denizi odaklı gelişmesi kentin ticari kültürünün inşasında önemli bir etken. Hititlere ait arkeolojik kanıtlar bölgenin bulguları ile bir araya geldiği zaman kentin M.Ö. ikinci milenyumun başlarında bir Hitit şehri olduğunu doğrular nitelikte. M.Ö. 13. Yüzyılda yaşandığı tahmin edilen Troya savaşları döneminde bir Karya şehri olan ve farklı Yunanlı kavimlerin bir araya getirdiği Leleg halkına da daha sonra ev sahipliği yapan şehir, Akdeniz’den bölgeye ulaşan Mısır kökenli Hiksoslar tarafından M.Ö. 12. Yüzyılda büyük bir yağmaya uğruyor. İyonların M.Ö. 6. Yüzyılda bölgeyi kolonileştirmeleri sürecinde kent yeni kimliğine bürünüyor. Bu dönemde Miletos merkezli İyon kolonizmi Kırım ve Trabzon’a kadar uzanıyor ve Ege’den Karadeniz’e kadar hakimiyeti altına aldığı deniz yolları ile döneminin önemli bir gücü oluyor. M.Ö. 547 yılında Lidyalıların Perslerin Ahameniş İmparatorluğuna yenilmesi ile bölge ile birlikte Miletos da Pers kontrolüne giriyor. M.Ö. 502 yılında başlayan İyonya İhtilalleri ile Perslere karşı başkaldıran Grekler Perslerin karşı sert karşı saldırıları ile büyük tahribata uğruyorlar, Miletos tamamen yakılıp yıkılarak büyük bir yağma ile neredeyse yok noktasına geriliyor. M.Ö. 479 yılında Athenalıların Persler’e karşı galip gelip şehir tekrar Yunanlıların kontrolüne giriyor ancak M.Ö. 403 yılında Persler yeniden bölgede hakimiyeti ellerine alıyorlar. M.Ö. 304 yılında Büyük İskender’in Anadolu istilası ile şehir Perslerden son kez kurtarılıyor ve M.Ö. 188 yılında yeniden bağımsız olana kadar farklı Yunan devletlerinin idaresinde kalıyor. M.Ö. 133 yılında ise Roma hegemonyasına katılan şehir o tarihten sonra bir daha bağımsız kalamıyor. M.S. 297’den, Roma’nın Doğu ve Batı olarak bölünmesi ile ortaya çıkan Bizans dönemine kadar Bergama Eyaletinin bir şehri olarak kalan Miletos coğrafyanın azizliğine uğrayarak alüvyonlar sebebiyle denizden uzaklaşan bir liman şehri olarak önemini kaybediyor. Selçuklular tarafından alınarak Türklerin eline 11. Yüzyıl sonlarında geçen şehir Moğol istilasından sonra dağılan Anadolu siyasi birliğinden nasibini alıyor ve Menteşeoğulları tarafından idare edilmeye başlanıyor. 15. Yüzyılda cami, medrese ve külliye inşaatı ile yeniden kültürel bir değişim yaşayan şehir, artık denizden 10 km içeride kaldığı için terk edilmiş bir harabeye dönüşüyor.

Priene Antik Kenti, Ege’de deniz seviyesinden en yüksek şehirlerden biri. Tarih boyunca Menderes Nehri Alüvyonlarının kenti limandan uzaklaştırması sebebiyle birkaç kez tüm şehrin taşındığı biliniyor. M.Ö. 11. Yüzyılda ilk kez kurulan şehir, alüvyonlar ve depremler sebebiyle yaşadığı coğrafi handikaplar sebebiyle M.Ö. 8. Yüzyılda 10 km kadar yer değiştirerek Menderes nehrinin ağzında bir bölgeye yeniden inşa ediliyor. M.Ö. 5. Yüzyılda şehir yeniden taşınarak bugünkü yerine ulaşıyor. M.Ö. 350 yılında Karya Kralı Satrap tarafından model bir şehir planlama niyetiyle çalışmalar başlıyor ve bir süre sonra Büyük İskender’in Anadolu istilası ile birlikte bu proje hayata geçiyor ve İmparator proje ile oldukça yakından ilgileniyor hatta Athena Tapınağının maliyetini imparatorluk bütçesinden karşılıyor. Bu tarihten sonra kentin önde gelenleri, günümüzün sponsorluk anlayışına benzer bir şekilde şehirdeki yapılara finansörü olan kişilerin isimlerini vererek kentin inşasında yeni bir model geliştiriyorlar. O dönemde Milet Körfezinde iki limanı olan şehir, sadece 150 dönümlük bir alana yayılıyor ve altı bin kişinin yaşadığı yapısıyla dönemin en küçük yerleşimlerinden birisi. Demokrasiyle yönetilen şehir yüzyıllarca birçok kavmin saldırı ve yağmaları ile mücadele ediyor, İyonya İhtilallerine on iki gemi ile katılan şehir zaman içerisinde sürekli kan kaybediyor. M.Ö. 1. Yüzyıl dolaylarında kentin denizle bağlantısı tamamen kopuyor ve bölge halkının Miletos’a göçtüğü tahmin ediliyor. M.S. 12 yüzyılda bölgeye gelen ilk Türk yerleşimcilerin bir kısmının şehre geldikleri biliniyor. M.S. 13. Yüzyıla kadar Bizans hakimiyetinde olan bölge, daha sonra Anadolu Türk birliğinin sağlanması ile birlikte tamamen Türklerin yönetiminde kalan bir antik şehir oluyor. Priene’in hemen dibindeki yerleşim yeri olan Güllübahçe, 1923 mübadelesinde Yunanistan’dan Anadolu’ya göç edenler tarafından kurulmuş bir yerleşim.

 

YOLCULUK NOTLARI

Didim merkezinde bir yerde kalıyorsanız, Didyma’ya ulaşmanız yaklaşık yirmi dakika sürüyor. Şehrin merkezinde kalan antik kentin etrafında restoranlar ve kafeler var. Araba trafiğine kapatılmış bir bölge ile çevrili.

Didyma’nın ön tarafından arkasına geçen iki büyük hol var. Kentin neolitik dönemdeki büyücülük merkezi yapısını düşününce, tapınağın değişik bir mistik yapısı sizi kavrıyor. Ayakta kalmayı başarmış üç adet sütun var. Zamanla devrilmiş sütunları oluşturan parçalar, yıkılmış domino taşları sırası gibi görünüyor. Bir dönemler sahip oldukları ihtişamı yıkılarak yitiren bu eserlerin, öte yandan tarihe meydan okuyarak bizlere bir zamanlar burada yaşanmış büyük hikayeleri anlatan bir halleri var sanki.

Bir dönem ta İran’a kadar giden ve sonra el değiştirince kente tekrar hediye edilen bronz Apollon Heykeli bugün Yunanistan’ın Pire kentindeki Arkeoloji Müzesinde yer alıyor.

Didyma’dan Miletos’a giderken Ege’ye özgü karakteristiği olan yollardan bir seyahat sizi bekliyor. Yaklaşık kırk dakika süren yol boyunca solunuzda Ege’nin mavilikleri, sağınızda yeşillikler ile gidiş geliş bir yoldan seyahat ediyorsunuz.

 Miletos’un önüne geldiğiniz anda antik tiyatro tüm ihtişamı ile sizi karşılıyor. Antik tiyatronun seyirci sıralarının altında tribünleri bir baştan diğerine dolaşan ve ara ara seyirci alanına açılan geçitler var. Tiyatronun iki yanında dev holler alanın arkasına ulaşıyor olsa gerek bir dönem. Ama günümüzde bu geçitler kapalı. Öğlen sıcağında 35 derece açık bir havadayken bu hollere ya da tünellere adım attığınız anda üzerinizdeki yüzbinlerce ton taşın yarattığı koruma ile adeta bir klimanın içine giriyorsunuz.

Bilimin ve felsefenin doğduğu bu şehir oldukça geniş bir araziye yayılıyor. Araziye yayılmış kalıntılar arasında düzenli ve belirlenmiş bir yol akışı yok. Offroad bir trekking sizi bekliyor. Arazide gezerken felsefeyi ve bilimi inşa eden abide tarihi şahsiyetler ile aynı yerlerde yürüyor olmak, aynı binaların bugüne uzanan taşlarına dokunmak büyüleyici bir his. Bugün sahip olduğumuz tüm teknolojinin, medeniyetin, erdemlerin ve insana dair birikimlerimizin hepsinin kaynağı bu şehirdeki bir avuç insana dayanıyor.

Miletos’tan Priene giderken denizden uzaklaşıyorsunuz, bu sefer solunuzda yüksek dağlar yükselirken sağınızda yine Ege’nin bereketli toprakları ile gidiş geliş bir yol uzanarak sizi Prien’in yerleştiği dağın eteklerine kadar sürüklüyor.

Priene yüksek bir yerleşim olması sebebiyle gezmesi yorucu bir antik kent. Üç kademeli bir yapısı var ve merdivenler ile kademeler birbirlerine bağlanıyor. Konut yerleşim alanı olan en alt kademede dolaşırken bu kadar muntazam bir yerleşimi günümüz şehirlerinde bile göremediğinizi fark edeceksiniz.

Mısır tanrıları için bir tapınak, sinagog, kilise ve Athena Tapınağına ev sahipliği yapan antik kentte dört farklı medeniyetin inanç mabetlerini görmek değişik bir deneyim. Athena Tapınağından ayakta kalmış olan sütunlar dik bir dağ yamacının tam önünde konumlanıyor. Sanki dağı ayakta tutan bu sütunlar bizi binlerce yıl geriye götüren medeniyetin bugün ortadan kaybolmuş azametli günlerini hatırlatan birer hatırat gibi varlıklarını sürdürüyorlar.

 Tüm antik kentlerde yer alan tiyatro ve Roma hamamları elbette Priene’de de mevcut. Kentin tarih boyunca yaşadığı yer değişimleri ve istilalar neticesinde Antik Yunan eserlerinin kalıntılarını görebiliyorsunuz ve ne yazık ki neolitik döneme dair bulguları olmadığı için iş hayal gücünüze kalıyor.

ölgeye gitmişken meşhur Altınkum Plajına uğrayarak serinlemek ve ne kadar kıyıdan uzaklaşırsanız uzaklaşın belinize gelen suyun içinde kendini adeta bir havuzda yüzermişçesine hissetmek güzel bir mola opsiyonu olabilir.

 

FORD RANGER NOTLARI

Didyma – Miletos arasında tipik Ege sahil yollarında giderken tatlı virajlarda Ford Ranger yola hakim olan yapısı ile size güvenli ve konforlu bir sürüş için gereken teknik kapasiteyi fazlasıyla sunuyor, gerisi sizin dikkatli ve sakin bir sürücü olarak yolun keyfini çıkarmanıza kalıyor.

Prien’e tırmanan mesafe olarak kısa ama oldukça dik bir yamaç var. Genellikle 4H vites seçeneğinde kullandığım Ford Ranger’ın iki buçuk saniyeden uzun süren yokuş kalkış desteği bu yolda duraksamam gerektikten sonra tekrar harekete geçerken ne kadar önemli bir teknolojik donanım olduğunu fark ettiriyor. Yeni teknolojiler ortaya çıkana kadar onlara ihtiyacımız olduğunun farkında olmuyoruz insanlar olarak. Ford Ranger’ın bu tanıma uyan özelliklerinden birisi işte bu yokuş kalkış destek sistemi konusunda rakiplerinden çok öne çıkmasını sağlayan kapasitesi.

 

TAVSİYELER

Didyma’nın hemen yanında yer alan ve tarihçesi hakkında bilgilendirici bir levha ya da benzer bir kaynak bulamadığınız ama kiliseden devşirilmiş oldukça estetik ve güzel bir cami var. Görmekte yarar var.

 

Miletos’u gezmeden önce YouTube’da Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında sık sık konuk ettiği ülkemiz bilim dünyasının dünya çapında alanlarının en önemli isimleri arasında yer alan Prof. İlber Ortaylı ve Prof. Celal Şengör’ü konuk ettiği ve bilim tarihini konuştukları programı izlemenizde yarar var. Bölgenin kültürel gelişimi perspektifinde Miletos’un insanlık tarihindeki önemi konusunda oldukça aydınlatıcı ve ders niteliğinde bir yayın.

 

Azra Erhat’ın Mitoloji Sözlüğü adlı kült eserinin yanı sıra bu rotayı daha farkında bir şekilde gezmek adına Tamay Tekçam’ın Arkeoloji Sözlüğü kitabını da edinmenizde, hatta aldığınız notları yolculuk sırasında duraklarınızda açıp biraz karıştırmak emin olun ki geziden aldığınız lezzeti katlayacak. Biraz daha derinlemesine konuya dalmak isteyenler için özellikle Miletos öncesinde Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü kitabı da bu listeye eklenebilir.

 

ANTİK KENTLER FORD RANGER ROTASI 5. GÜN

Didim – Myus Antik Kenti – Söke – Magnesia Antik Kenti – Ayvalık – Kocaeli Rota – 700 km

 

TARİH NOTLARI

Myus Antik Kenti, İyonların en küçük ve en ufak şehirlerinden birisi. Atina Kralı Kodros’un oğlu Kydrelos tarafından M.S. 6. Yüzyılda kurulduğu tahmin ediliyor mimari yapısından ötürü ancak konum olarak doğru seçilmediği için sıtma salgını sebebiyle kentin yıldızı daha kurulduğu günlerde kaymaya başlıyor. Kurulduktan bir yüzyıl kadar sonra İyon birliğinde yer aldığına dair dönemin tarihçilerinin notlarında rastlanıyor. Ünlü tarihçi Heredot’un anlatılarına göre Pers’ler M.Ö. 5. Yüzyılda kente donanma ile yanaştıklarında iki yüz civarında gemiyi alan bir limana sahip olduğu tahmin ediliyor, aynı dönemde yaşanan İyonya İhtilallerine üç gemi ile katıldıkları biliniyor, bu düşük sayılı katılımın sebebi olarak ekonomik olarak küçük bir şehir olduğu tahmin ediliyor. M.Ö. 480 ve M.Ö. 201 yıllarında, o dönemlerde bir kentin onurunu en sarsıcı durumlardan birisi olan bir kralın başka bir krala kent hediye etmesi kapsamında iki kere savaşsız bir şekilde el değiştiriyor. Bu durum kentin düşük olan popülaritesini daha da aşağı çekiyor. Büyük Menderes nehrinin kenarında olan kent, o dönemler Milet Körfezi olan şimdinin bereketli Ege ovalarında yer alan iç limanı; alüvyonlar sebebiyle kapandıkça giderek daha da fakirleşiyor ve zaman içinde kentin halkı Miletos’a göç ediyor.

 

Magnesi Antik Kenti, M.Ö. 7. Yüzyılda kurulduğu tahmin edilen, tarihçe olarak yöredeki antik kentlerden bir nebze ayrılan bir yer. M.Ö. 657 yılında Efeslilerin yardımları ile Palaimagnesia adıyla kurulan şehir daha öncesinde Troya Savaşlarına kadar dayanan bir tarihe sahip ve o dönem bölgeye gelenler tarafından kuruluyor. Kuzeyli bir kavim olan Kimmerler tarafından yönetilen şehirken Efesliler ile yeniden yapılanıyor. M.Ö. 399 yılında Spartalıların eline geçiriliyor ve kenti taşıyorlar. M.Ö. 392 yılındaysa Magnesia adıyla bugün kalıntılarını bulduğumuz kent şimdiki yerinde kuruluyor ve Palimagnesia’nın yeri bilinmiyor. M.Ö. 334 yılında Büyük İskenderin Makedonyasının kontrolüne gönüllü olarak giren şehir, M.Ö. 240 yılında Yunan Seleukos İmparatorluğunun hakimiyetine giriyor. M.Ö. 203 yılında ise şimdinin Olimpiyat Oyunlarına benzer bir yıllık spor yarışmaları yapılmaya başlanıyor. Bölgedeki stadyum bugün Anadolu’nun en iyi korunmuş antik stadyumu olarak tanımlanıyor. M.Ö. 185 yılında Miletos ile savaşa tutuşan şehir, Miletlilerin güç kaybetmesine sebep oluyor. M.Ö. 133 yılında Roma hakimiyetini kabul eden şehir, Bizans hakimiyetiyle geçen yüzyıllar sonrasında M.S. 14. Yüzyılda bölgede Aydınoğulları Beyliğinin kurulması ile Türkleşmeye başlıyor ve kentin tarihindeki son dönüşüm ile şekillenme yaşanıyor.

 

YOLCULUK NOTLARI

Didim’den Söke istikametine doğru yola çıktığınız zaman sağa doğru Myus tabelasını görüyorsunuz. Kahverengi turistik tabelayı görünce, beş gündür anlattığımız diğer antik kentler gibi derli toplu, girişi çıkışı bir nebze olsun belli ve biletle giriş yapılan düzenli bir ören yeri hayal etme hatasına düşmemeniz gerekiyor. Myus, Avşar Köyü merkezine yaklaşık 3 kilometre mesafede. Kente ulaşan iki yol var. Biri Avşar’a gelmeden Büyük Menderes Nehrine paralel olarak tarlaların içinden geçen traktör yolu; diğeri ise Avşar merkezi geçtikten sonra daha kestirme olan bir yol. Ben nehre paralel olarak antik kente ulaşıp, diğer yoldan köy merkezi üzerinden ana yola tekrar ulaşmayı tercih ettim.

Tarlaların içinden geçen traktör yolu yaklaşık yedi kilometrelik, tek aracın ancak sığabildiği ve zemini toprak olan bir köylü yolu. Bu yolun tek amacı traktörlerin tarlaya ulaşmasını sağlamak. 4×4 olmayan herhangi bir aracın bu yedi kilometreyi sağ salim tamamlaması çok mümkün değil zira yer yer yol yok oluyor ve kayaların üzerinden aşarak istikametinize devam etmeniz gerekiyor.
Ovanın ortasında bir tepeciğin üzerinde kalıntıları gördüğünüz zaman, ovanın bittiği ve yokuş çıktığınız on beş yirmi metrelik alanda aracı bırakıp yaklaşık beş yüz metre kadar antik kente tarlaların ve çalılıkların arasından yürümeniz gerekiyor, küçük bir tepeye de tırmanıyorsunuz.

Antik kente vardığınızda sadece birkaç duvar var sizi karşılayan, kapılar ve basamaklar. Hepsi bu kadar. İyonların en küçük ve fakir şehri diye tarih notlarında geçen ibarenin ne demek olduğunu buraya gelince daha iyi anlıyorsunuz. Ancak başka hiçbir antik kentte göremeyeceğiniz bir manzara sizi bekliyor, uçsuz bucaksız yemyeşil Ege’nin bereketli tarlalarının yayıldığı ova. Bir zamanlar Milet Körfezinin uzantısı olan ve Büyük Menderes Nehri ile Körfezin birleştiği bölgelerde büyük iç limanların yer aldığı bu yerler şimdi ne ekseniz onu fazlasıyla veren Anadolumuzun güzel toprakları olmuş.

Myus’tan Magnesia’ya giderken ilk olarak Büyük Menders Nehri üzerinden geçip ana yola ulaşıyorsunuz ve yol boyunca Ege’nin karakteristik yol üstü köylü pazarları sizi sıra sıra bekliyorlar. Bölünmüş yoldan süren yolculuk yaklaşık bir saat zaman alıyor ve Magnesia’ya ulaşıyorsunuz.

Magnesia’ya ulaştığınızda karşınızdaki antik kentin tapınak ve sunaklarının tamamı Artemis adına yapılmış. Bölgede en sık rastlanan tapınak türlerinden olan Artemis Tapınaklarından Magnesia’da da buluyorsunuz ama şehrin en karakteristik yapısı diğer antik kentlerin aksine tiyatrolar ya da tapınaklardan öte sahip olduğu stadyum. Arkeologlara göre Anadolu’nun en iyi korunmuş stadyumlarından biri Magnesia’da. Üstelik tarihin bilinen ilk doping vakası da burada yaşanmış. M.Ö. 3. Yüzyılda şehirde düzenlenmeye başlanan ve çok çok uzun yıllar her sene gerçekleştirilerek gelenekselleşen şimdinin Olimpiyatlarına benzer oyunlar sırasında yapılmış bir dopinge dair izler, geçtiğimiz yıllarda bölgede yapılan arkeolojik çalışmalarda ortaya çıkmış.

Ayakta kalmış sütunların sayısı az ancak yine de size tarih boyunca yaşanmışlıklara ve kentin bir zamanlar sahip olduğu ihtişama dair ipuçları sunmuyor değil. Halen daha yoğun bir şekilde birçok noktada kazı çalışmaları yerli ve yabancı arkeologların denetiminde yapılıyor. Bugün görülebilen Magnesia’nın herhalde bir bu kadarı daha henüz toprağın altında ve kuyumcu inceliğiyle çalışmalarını sürdüren modern zaman kahramanları arkeologlar tarafından bizlerin seyrine sunulmak üzere ortaya çıkartılıyor.

 

FORD RANGER NOTLARI

Myus Antik Kentine giderken Ford Ranger’ın sahip olduğu tüm arazi donanımlarına ihtiyacınız var. Aracı 4L arazi modunda kullanmak dışında bir şansınız olmayan yolda, ileri ve geri viteste çalışan eğim iniş kontrolünün yanı sıra, yokuş kalkış desteği de sağlıklı bir şekilde bu yoldan çıkabilmeniz için en iyi arkadaşlarınız oluyorlar.

 

Myus’a ulaşım dışında günün rotası genellikle asfalt ve bölünmüş yollardan devam ediyor. Ford Ranger’ın uzun yoldaki konforu C ya da D segment bir otomobilin konforunu aratmadığı için, keyifli bir sürüş sizi bekliyor.

 

TAVSİYELER

Söke – Ayvalık arasında giderken gözünüz yolun kenarlarında olsun. Bölge köylülerinin tezgahlarındaki yüzde yüz organik ve taze meyveler kilolarca alıp, kent hayatına dönünce bir nebze olsun sağlıklı beslenmeniz için sizi bekliyor.

 

Bölgenin en özel içeceklerinden olan karadut suyu da bu tezgahlarda satılıyor. Hemen alıp içmek için karadut suyunun yanı sıra, konsantre halde şişelenmiş şekilde sattıkları karadut şerbetlerinden de alıp bire beş oranında su katarak bu güzel şerbetten içebiliyorsunuz. 5 litrelik bir karadut şerbeti konsantresi alırsanız bu size yaklaşık 25 litre kadar karadut suyu verecektir.

 

Ayvalık’tan geçerken bölgenin yerli üreticilerinden zeytin ve zeytinyağı almayı da ihmal etmeyin Ege mutfağının güzelliklerine bir ilginiz varsa. Öte yandan bir de Ayvalık tostu elbette adettendir denerek yenilebilir. Denize girme niyetiniz varsa Sarımsaklı Plajı dünya çapında nam salmış kumları ile sizi bekliyor. Cunda’da güneşin batışını izlerken Taş Kahve’de dibekte dövülerek hazırlanmış bir kahve içmek de yol yorgunluğunu atmak adına güzel bir tercih olabilir.

NASIL ARANDI: #arda süar # dr arda süar # nazer # nazer otomotiv # ford ranger # seyahat rotası # antik kentler rotası # Priene Antik Kenti # Magnesia Antik Kenti # Didyma Antik Kenti # medusa # Miletos Antik Kenti # Hierapolis # Tripolis Antik Kenti # Afrodisias Antik Kenti # Sardes Antik Kenti # Gymnasium # Aizanoi # Frig Vadisi # Laodikeia Antik Kenti # Afrodit Tapınağı # Myus Antik Kenti #

YORUMLAR
Yaptığınız yorumlar editör onayından geçmektedir.